İslâmî disiplinlerin bir konuda öncelikle başvuracakları temel kaynaklarından ilki Kur’ân’dır. Kur’ân bu konumunu Allah kelamı ve ilâhi emirlerin yazılı bir metni olmasından almaktadır. Hz. Peygamber (s.a.v.) ise Kur’ân’ı tebliğ, tebyîn ve uygulayan Allah’ın elçisidir. Bu yüzden dini ilimlerle alaka duyan herkes gibi sûfiler de Hz. Peygamber’e ve gerek teorik ve gerekse pratik açıdan O’nun sünnetine büyük önem vermiş ve ilgilenmişlerdir. Öncelikle âdâb konuları olmak üzere sünnete olan bağlılıkları dikkat çekicidir. Özellikle ilk tasavvuf klasiği kabul edilen Ebû Nasr Serrâc (ö.378/988) el-Luma’ adlı eserinde sûfîlerin peygamber ve sünnet telakkisiyle ilgili önemli bilgilere yer verdiğini görmekteyiz. Serrâc bu eserinde Kur’ân’ı esas alarak Hz. Peygamber’le ilgili söylediklerini şu başlıklar özetlemek mümkündür:
1. Hz. Peygamber Allah Teâlâ tarafından bütün insanlığa peygamber olarak gönderilmiştir.
2. İnsanları doğru yola sevk eden
3. Konuştuğunda kendi heva ve hevesinden konuşmayan
4. Ayetleri okuyan ve Kur’ân’ı öğreten
5. Kendisine indirilenleri tebliğ eden
6. Allah’ın kendisine itaatı emrettiği kimse
7. Getirdiği alınan yasakladığındın kaçınılan kimse
8. Kendisine tabi olanlara doğru yolu gösteren ve emrine karşı çıkanlara fitne ve acıklı azap olacağını bildiren
9. Allah’ın sevgisine mazhar olmak Hz. Peygamber’e tabi olmaktan geçmektedir
10.Allah mü’minleri Hz. Peygamber’in (s.a.v.) yüce ahlakına çağırmaktadır
Ayrıca Serrâc, güvenilir raviler aracığıyla Hz. Peygamber’den gelen haberlere yapışmak, bunlara sarılıp amel etmek, bütün müslümanlar üzerine vacip olduğunu belirtmektedir.
Ebû Tâlib el-Mekkî de (ö.386/996) Kûtu’l-Kulûb adlı eserinde Rasûlullah’tan (s.a.v.) sahih olarak gelen hadislere ve bunların hepsinin kabul edilmesini imanın gereği olduğunu ve Hz. Peygamber’e itaatin farz olduğunu belirttikten sonra bunun gerekçesini şöyle açıklamıştır:
“Allah Teâlâ, Rasûlullah’a (s.a.v.) itaati imanın şartlarından kabul etmiş ve bu itaati kendi itaatine bağlı (ve yakın) kılmıştır.”
Bu bilgiler çerçevesinde ilk dönem sûfîlerinin peygamberlik anlayışıyla ilgili olarak şunları söylemek mümkündür: Onların peygamberliğin sübûtu, peygamberin dindeki konumu, sıfatları, görevleri, onlara uymanın gerekliliği ve ehemmiyeti, onların dinde hüküm koyma ve yetkileri, en üstün insan olmaları, mücize göstermeleri, şefaat etmeleri, vahye muhatap olmaları, ahlak ve ahvalini benimseme ve uyma gibi bu konulardaki görüşlerinin ehl-i sünnet anlayışıyla 14 örtüştüğü görülmektedir. Ancak ilk dönem sûfileri tasavvufun felsefî yönünden çok yaşanabilir cephesiyle uğraştıkları için, onların nübüvvetle alâkalı görüşleri hem bir arada, hem de sistematik değildir. Yorumlayıcı bir tarafı yoktur. Bu dönemde sûfilerin nübüvvet anlayışını Bâyezid-i Bistâmî’nin (ö.261/875) şu sözleri özetlemektedir: Beyazid-i Bistâmî’ye enbiya hakkında ne dersin sorusuna:
“Biz onlar hakkında hiç tasarrufta bulunamayız. Onlar hakkında ne tasavvur edersek edelim, bu tümüyle bize ait tasavvurdur” cevap vermişti. Ancak konu ile ilgili olarak Hakîm Tirmizî (ö.285/898) de nübüvvet ile velâyet makamları arasında karşılaştırma yapıp şunları söylemektedir:
“Nübüvvet, vahiy olarak Allah’tan ayrılan kelâmdır. Allah’ın ruhu nübüvvetle beraberdir. (...) Dolayısıyla nübüvveti reddeden küfre girer. Çünkü nübüvveti reddetmekle kişi Allah’ın kelâmını red etmiş olur. Velâyet ise, Allah’ın kelamını, başka bir yolla bir kimseye tevdi etmesidir. Velâyet de Allah’tan gelir. (...) Fakat bunu reddeden kâfir olmaz. Çünkü bu Allah’ın sevgisinden dolayı velînin kalbinde doğan bir makamdır.” Bu açıklamalardan peygamberlik makamının Allah’ın iradesiyle gerçekleştiği, ona ihtiyaç olduğu, velâyet makamının ise Allah’ın kullarına bahşettiği bir ikram olduğu anlaşılmaktadır.
Tasavvufî hayat ve düşüncenin Kur’ân’dan sonra ikinci kaynağı sünnet yani Hz. Peygamber’in sözleri, tavsiyeleri ve yaşama şeklidir. Hatta ilk dönem sûfilerinin sünnete olan bağlılıkları fikirde ve teoride kalmamış, bu bağlılıklarını pratik hayata da yansıtmışlar, etraflarını da buna teşvik etmişlerdir. Bu durumları onları gerek Hz. Peygamber’e duydukları sevgi ve muhabbet, gerek o dönemde hadis ilminin revaçta olması, gerekse tasavvufî öğretilerin dayanaklarını sünnette arama çabaları hadisle ilgilenmeye de sevk etmiştir. Hatta çeşitli konu ve boyutlarda hadisle meşgul olmuşlar, hadisleri ihtiva eden müstakil eserler yazmışlar, bütün bunların yanında yazdıkları eserlerde göz ardı edilemeyecek kadar hadis kullanmışlardır. Bu yönüyle hadislerin ve diğer rivayetlerin, tasavvufun şekillenmesinde Kur’ân’dan geri kalmayacak şekilde rol aldığı ifade edilebilir. Bu hadisler sûfilerin birçok anlayış, düşünce ve fikirlerinin temel taşı olmuşlardır. Ebû Tâlib el-Mekkî de bu noktada sünnete duyulan ihtiyacı şu ifadeleriyle dile getirmektedir:
“Allah Teâlâ’nın bizlere nimet olarak ihsan ettiği sünnet İslam nimeti gibidir. Çünkü Allah’ın bize Hz. Peygamber’i nimet olarak bahşetmesi; Allah’ın O’na itaat etmeyi kendisine itaat etmekle birlikte zikretmesinden dolayı Allah Teâlâ’yı bilmede ve Azîz Kitâb’ın tefsirinde Hz. Peygamber’e duyulan ihtiyaçtan dolayıdır.”
Her sûfî kendinden bir öncekinin terbiyesi altında bulunduğu ve elde ettiği tecrübe ile silsile şeklinde Hz. Peygamber’e (s.a.v.) vasıl olduğu ve O’nun dini tecrübelerini tevarüs ettiği anlayışı tasavvuf ehli arasında yaygındır. Bunu biz, onların sünnete ve seleflerinin dinî hayatına atıfta bulunmalarına ve mutlaka bir önceki büyüğün sohbeti ve terbiyesi altında bulunmalarına bağlıyoruz. Sûfîler tasavvufî hayatın temelini Hz. Peygamber’in (s.a.v.) rûhî ve zühdî hayatı ile bu konudaki sözleri oluşturmakta ve bunu da kendileri ortaya koymuşlardır.
Tasavvuf ehli, hadis ile sünneti eş mânalı kabul etmişlerdir. Bunun böyle olduğunu kendi kullanımlarından hareketle söylemek mümkündür. Bu durumu tespit etmek için sûfîlerin dini anlayışlarına önemli etkisi olan hadise (sünnete) bağlılıklarına değinmek yerinde olacaktır. Sûfîlerin hadise bağlılıkları çeşitli şekillerde ortaya çıkmaktadır. Onlar sûfî olabilmek için sünnete bağlılığı şart koşmuşlardır. Bu hususta pek çok sûfî görüş belirtmiştir. Hatta kabul ettikleri düşüncenin esaslarından birisi olarak kabul etmişlerdir. Sehl b. Abdillah Tusterî (ö.283/896) şöyle der:
“Bizim esaslarımız altı şeydir: Allah’ın kitabına sarılmak, Rasûlullah’ın (s.a.v.) sünnetine uymak, helâl yemek, insanlara eziyet etmemek, günahlardan kaçınmak, tevbe etmek, üzerine düşen hakları yerine getirmek.” Hatta Sehl şunları da söylemektedir:
“Kim dünya ve ahireti istiyorsa hadis yazsın. Çünkü bunda dünya ve ahiret menfaati vardır.” Daha da ileri giderek hadis imamının önünde eğilmeyi de bilmiştir. Şeyhulislam Herevî (ö.481/1089) Zemmu’l-kelâm adlı eserinde bu hürmetin emsalsiz bir tezahürünü şöyle nakletmektedir:
Tüsteri, Sünen sahibi Ebû Dâvûd-i Sicistânî’yi (ö.275/889) ziyarete gitmiştir; eve buyur edildikten sonra, Ebû Dâvûd’a: “Senden bir ricam var, yapar mısın?” diye soruyor. Ondan:
“Mümkünse niye olmasın” cevabını alınca; şu son derece içten teklifte bulunuyor:
“Hz. Peygamber’in hadislerini rivayet ettiğin şu dilini uzat, öpeceğim.” Ebû Dâvûd dilini uzatmaktan başka yol bulamamıştır. Cüneyd (ö.297/909) bu hususta:
“Bu ilmimiz kitap ve sünnetle kayıtlanmıştır. (Sülûkünden önce) Kur’ân okumayan, hadis yazmayan ve fıkıh öğrenmeyen kimseye (veya bunları anlamayan) kimseye uyulmaz.” “Bizim ilmimiz Rasûlullah’ın (s.a.v.) ilmiyle kenetlenmiştir” der. Cüneyd’den gelen başka bir rivayet ise şöyledir:
“(Hayra giden) bütün yollar mahlûkata kapalıdır. Ancak Rasûlullah’ın (s.a.v.) izinden giden, sünnetine uyan, yolunu benimseyen kimse müstesna. Bu kimseye bütün hayır kapıları açıktır”. Ebû Süleyman Dârânî (ö.215/830) ise: “Pek çok defa hakikat kalbime kırk gün gelir de kitap ve sünnetten iki delil olmadan onun kalbime girmesine izin vermem”, der. Haris Muhâsibî (ö.243/857) aynı görüşü paylaşır ve “Kalbî amellerden kalbine bir hâtır gelen kimse hemen kitap ve sünneti bunlara delil kılsın” der. Beyazıd el-Bistâmî’ye (ö.261/875):
“Sünnet nedir, farz nedir?” diye sorulunca; şu cevabı vermiştir:
“Sünnet, dünyayı terk; farz ise, Mevlâ ile sohbet (beraberlik)tir. Çünkü sünnet bütünüyle dünyayı terketmeye delâlet eder. Kur’ân da bütün âyetleri ile insanı Mevlâ ile sohbete sevk eder. İşte kim sünneti ve farzı öğrenip (amel ederse) kâmil insan olur.” İbn Atâ el-Ademî’nin (ö.311/923) sünnet hakkındaki düşünceleri şöyledir:
“Kim nefsine sünnetin adâbına benimsetirse, Allah onun kalbini marifet nuru ile nurlandırır. Allah’ın Habîbi’nin (s.a.v.) emirlerine, fiillerine, ahlakına uymak, söz, fiil, azim, akid ve niyyet olarak onun adâbıyla edeblenmekten daha şerefli bir makam yoktur.” Ebû Bekir Temastânî (ö.340/951):
“Bizden kim Kitab’a ve sünnete uyar, nefsin hevâsından, halkın (fitnesinden) ve dünya (meşguliyetinden) uzaklaşırsa; o, sahâbenin yolunda giden, yaptığında isabet eden sâdık bir kimsedir...” diyerek sûfilerin genel çizgi ve hedefini ortaya koymakta ve kültürlerini hadisle inşa ettikleri anlaşılmaktadır. Sühreverdî (ö.632/1234) ise sûfilerin Hz. Peygamber’in (s.a.v.) sözlerine kayıtsız şartsız boyun eğdikleri için diğer insanlar arasında sünnete uyma konusunda insanların en önünde olduklarını, ayrıca Hz. Peygamber’in emirlerini hafiyyen yerine getirdiklerini ve yasakladığı yerde durduklarını söyleyerek, Allah Teâlâ’nın:
“Rasûlüm size neyi verirse onu alın, sizi neden nehyetti ise ondan da sakının!” emrine canla başla uyduklarını, Rasûlullah’ın (s.a.v.) zâhirî ve bâtınî bütün güzel ahlaklarına vâris olduklarını zikreder ve Abdülvâhid b. Zeyd’in:
“Gerçek sûfîler; akıllarıyla sünneti tam anlamaya gayret eden, kalbleriyle ona bağlanan ve nefislerinin şerrinden de Allah’a sığınan kimselerdir” tarifi için:
“Bu, sûfîlerin hâlini tam olarak anlatan bir tariftir” der.
Sünnete uyma, sünnetle amel hususunda sûfilerden bu gibi sözler varid olmuştur. Hatta sünnete uygun az amelin, sünnete uymayan çok amelden daha makbul olduğu, sünnete uymaksızın amel edenin amelinin bâtıl olduğu, kitap ve sünnetin şahitlik etmediği her vecdin bâtıl olduğu, sünnete uymanın Allah sevgisinin bir alameti sayıldığı, divânu’r-ricâle (Allah’ın adamları arasına) girmenin ölçüsü olduğu, iman nurunun sebebi olduğu, bâtınî selametin alâmeti sayıldığı bir kısım sûfîler tarafından kabul edilmektedir.
Sûfilerin sünnete uyma konusundaki bu tutumları ve tasavvuf ehlinin büyük çoğunlukla başlangıçtan beri hadis ilmiyle meşgul olmaları, ayrıca ilk sûfilerin ekserisinin muhaddis olması ister istemez tasavvufla hadis arasında yakın bir ilişki meydana getirmiştir. Ancak bu ilişkinin doğurduğu sonuçlar bakımından şunları söylemekte fayda vardır: Tasavvuf ehlinin hadis rivayeti konusunda muhaddislerin gösterdiği titizliği gösterdiklerini söylemek zordur. Çünkü muhaddisler hadisleri hıfz ve rivayet için bilinen titizlikleri ile öğrenip naklederken tasavvuf ehli, hadisleri bir irşad vesilesi ve ahlakî öğüt şeklinde değerlendirmişler; hadisleri mana ile rivayet etmişler ve hadis rivayetinde özellikle sened konusu üzerinde pek fazla durmamışlardır. Bir rivayet tasavvufî eserde mevcutsa onlara göre senedin zikredilmemesi önemsenmemiştir. Yani kaynak bilinci gelişmemiştir. Bundan dolayı kullanılan hadisin isnadının bilinmesi o kadar önemli değildir. Yukarıda örneklerde de görüldüğü gibi teorik olarak sünnete uyma teşvik edilmiş, fakat bunu sağlam delillere dayandırma bilinci geliştirilmemiştir. Mutasavvıfların bir kısmının eserlerinde görülen zayıf ya da mevzu hadislerin varlığının sebebi budur. Sûfilerin hadisleri manayla rivayet etme neticesinde de tasavvuf erbabının pek çok sözü hadis diye meşhur olmuştur. Böyle bir durum aralarında uydurma hadislerin yayılmasına zemin hazırlamış ve rivayetlerinin ihtiyatla karşılanmasına sebep olmuştur.