Muridan
Tasavvufta Rabıta ve Uyarılar

Tasavvufta Rabıta ve Uyarılar

Rabıtayı tarif edenler derler ki, mürid mürşidine çok kuvvetli bir bağ ile bağlanmalı ve ona ihlaslı rabıta yapmalıdır.

Onlar nasıl yapılacağını da tarif etmişlerdir. Zayıf olan rabıtada gerekli nur ve feyiz akışı olmaz. Şeytan vesveseye düşürdüğü müridlerin kalplerine şek ve şüphe salarak manevi terbiyecisinden bu yolda alacağı feyz ve bereketine engel olur. Bu durumda zikir ve tesbihinde vecd, istiğrak halleri meydana gelmez. Rabıta, müridin mürşidine gibi görünse de aslında mürşidin aynasından silsile-i meşayihlerden Resûl-ü Ekrem efendimize oradan Cenab-ı Allah’adır. Nitekim;

     

“Ona (Cenâb-ı Allah’a) götürecek vesile, yol, çare arayınız”(Maide, 35) ayeti ile

“Sadıklarla beraber olunuz”(Tevbe,119) ayetlerinde buna teşvik vardır. Sadıklar özü, sözü doğru olanlar, şeriat ölçülerine tam tamına uyan kişilerdir. Buradan da anlaşılıyor ki, kâmil olmayanlara; tarikat, tasavvuf, mürşid, meşayih adları altında ortaya çıkıp İslam’la alakası olmayanlara asla rabıta yapılamayacağı gibi bunlara tâbi olanlar top yekûn dalâlettedirler. Haberiniz olsun.

 

            Allah’ın yeryüzünde veli kullarının olduğu ki biz bunlara “Evliya” diyoruz, yani veliler, evliya kullardır. Dünya durdukça bunlar var olmaya devam edeceklerdir. Ayetlerle ve hadislerle bu hususlar sabittir.

“Dikkat ediniz. Allah’ın evliyası için o günde hiçbir korku yoktur ve onlar o gün mahzun da olmayacaklardır.”(Yunus, 62) Bu iş dünyada kazanılıyor. Ahirette bu seçkin kullar veli olma özelliğinin mükafatını böyle görecekler. Üzüntü, keder, pişmanlık onların semtine uğramayacaktır.

 

Hadiste de gelmiştir ki Allah (c.c) bir kulu severse Cebrail’i çağırıp ona da sevmesini, sonra gök ehline sevmesini, sonra da yer ehline o kimseyi sevmesi olayı (Müslim, Birr 157) ümmete ne kadar müjdedir. O müjdeyi kazanmak ne büyük mutluluktur. Bu noktada Allah (c.c) sevsin yeter, o kâfidir. Ama ondan başka sevenlerin çokluğuna bakınız. Meleklerin sevmesi ne demek,

“Onun melekler ordusunun sayısını ancak Allah bilir.” (Müdessir, 31)Ayeti ne kadar düşündürücüdür. Resulullah (s.a.s) miraç yolculuğunda şâhit olduğu olayı şöyle anlatıyor. O yedinci kat semada Hz. İbrahim ile karşılaşıp onunla selamlaşıyorlar. Hz. İbrahim, Beyt-i Ma‘mûr’un kapısında bir kürsü üzerinde oturmuştu. Beyt-i Ma‘mûr’a her gün yetmiş bin melek girer, her girene de kıyamete kadar geri dönmek sırası gelmezdi. İşte bu noktada Resulullah o ayeti okudu. Allah’ın cünûdunu, askerlerinin sayısını kimsenin bilemeyeceğini belirten ayeti okumuştur. Onun hikmetleri, kelimâtı bitmez, tükenmez. Diğer ayetlerde de belirtildiği gibi ağaçlar kalem, denizler mürekkep olsa onun kelimâtını yazıp bitiremez. Hatta yedi denize bir yedisi eklense bile mürekkep olan denizler, kalem olan ağaçlar biter de onun kelimâtı asla bitmez. Küçük bir hesap yapacak olsak işin büyüklüğünü daha iyi anlarız. Beyt-i Ma‘mûr’a giren meleklerin 10 günlük sayısı; 70 bin x 10 = 700 bin, bu kadar ediyor. Bunu bir aylık, bir senelik, on senelik, yüz senelik diye hesaplayın. Hayretten, şaşkınlıktan, Sübhanallah demekten, Allahü Ekber diyerek namazlarımızda aldığımız, iftitah tekbirlerimize, ezanlarda, kametlerde okuduğumuz ALLAH EN BÜYÜKTÜR, tekbirlerimize düşünüp düşünüp, vücudumuzun, hücrelerine, kanımıza ve iliklerimize kadar, bütün mesamatımıza kadar hâkkedip, zihnimize ve kalbimize bizden ayrılmamak üzere yazdırmalıyız. Bu sebepledir ki, bu manevi yolun manevi terbiyecileri rabıtanın usulüne uygun iyi bir şekilde yapılmasını tavsiye etmişlerdir ve demişlerdir ki “Rabıta müride %60, 70 oranında etkilidir ve onun mânevî derecelere ulaşmasında daha tesirli olmaktadır.” Fakat, bu demek değildir ki diğer esma, tesbih ve zikirlerin faydası yok, onları niçin yapalım, terk edelim demek değildir. Asla. O halde rabıtayı nasıl yapmalıyız? Bazı nâdânlar, tasavvufta yapılan veya yaptırılması istenen rabıtayı şirktir, küfürdür, daha bilmem ne türlü hezeyanlarla reddetmeye uğraşırlar. Kimisi de bid’attir vesaire derler. Bunların söyledikleri veya yazdıkları tamamen bir hezeyan, haddi aşmak, doğruyu eğri göstermek veya nura zulmet, beyaza siyah demek kadar birer şaşkınlıktan ibarettir. Çok yazık.

 

Rabıta meselesine başka bir açıdan bakacak olursak deriz ki, ayetlerde birkaç yerde geçmektedir.

“Nerede olursanız olun, Allah sizinle beraberdir.”(Hadîd, 4)

“Allah size şah damarınızdan daha yakındır.”(Kâf, 16)

“Nereye yönünüzü dönerseniz dönün, Allah oradadır.” (Bakara, 115)

“Ey iman edenler, sabrediniz.” (Âli İmrân, 200)

Buna daha çarpıcı bir örnek de Hz. Yusuf hakkında olan hadisedir. Vakta ki, o Yusuf’a Yusuf da Zeliha’ya meylettikleri zaman Yusuf (a.s) kastedilerek, “O Rabbinin burhanını görmemiş olsalardı….” (Yusuf, 24) ayeti vardır. Burada “HEMME BİHΔ ile “HEMMET BİHΔ ifadeleri vardır. İki taraf da o yasak fiili işlemek üzere idiler. Bunu işleyecekken Yusuf (a.s) hemen geri çekildi. Odanın çıkış kapısına doğru koştu. Zeliha da arkasından “Gitme, dur!” diyerek koşup onu durdurmak istedi. Gömleği yırtıldı. O anda kral kapıda göründü. Bundan sonraki olaylar anlatılıp haber verilir. Bu sûrede dikkate şayan bir ayet vardır ki o da “FELEMMA RE BURHÂNE RABBİH” ayetidir. Burada Hâlik-i Zülcelâl, o Rabbinin BURHANINI GÖRÜNCE bundan vaz geçti ayetidir. Peki buradaki RABBİNİN BURHANI nedir? Tefsirlerde bilhassa tasavvuf ağırlıklı olanlarında şu yorumlar yapılır: Yusuf (a.s) o anda babasının şeklini ve şemâlini görüp sesini de işitti. Korkarak ürperdi. Ve böyle bir günahtan kurtulmuş oldu. Bu olay, onların nazarında rabıta olayı ile ilişkilendirilmektedir. İtirazcılar tenkit oklarını hemen şöyle karşı tarafa tevcih edebilirler. Böyle bir olayın rabıta ile ne alakası olabilir? Nihayet, bütün peygamberler masumdurlar. Onların zelle denen küçük ayak sürçmeleri dışında günahları olamaz. Bu doğrudur. Zaten buna kimsenin de itirazı yoktur. Ama şu da bir gerçektir ki, bu rabıta olayı bir sebeptir. O sebep devreye konulmuş ve biz Ümmet-i Muhammed’e örnek olmuştur. Ben de bunlara sorarak diyorum ki “yaş ve kuru ne varsa Kur’ân’da var mıdır yok mudur?” (En’âm, 59)“Yoktur”, diyemezsiniz, dinden çıkarsınız. “Vardır” dersiniz doğru olanı kabullenirsiniz. O halde durum ayan beyan ortadadır. Fitne çıkarmayınız, oturun oturduğunuz yerde.

 

            Usulüne uygun olarak bu rabıtanın yanında değişik adlarla anılan tefekkür-i mevt, tezekkür-i mevt isimleri verilen ölüm halini düşünme durumudur. Mürid dersine başlamadan önce üç beş veya daha fazla olmak üzere bu rabıtayı yapar.

 

ÖLÜM RABITASI (TEFEKKÜR-Ü MEVT)

          

  “Her canlı ölümü tadacaktır.” (Ankebût, 57) buyurulmaktadır. Bu dünyada zamanı gelenlerin hepsi ölümle tanışıp, mezarla ahiret âlemine doğru yol alır. Şöyle hesap edecek olursak, Hz. Âdem’den (a.s) şu ana kadar gelen insanlar kendilerine ölüm gelmekle hepsi dünyadan ayrılıp gitmişlerdir. Kıyamete kadar toprak altında bekliyorlar. Bugün dünya üzerinde, bu satırların yazıldığı tarihte dünya nüfusunun 8 buçuk milyara ulaştığı söyleniyordu. Onlar da zamanı gelince ölüp gidecek, dünyadan terhis olacaklardır. Kıyamet kopuncaya kadar bu böyle devam edip gidecektir. Sayılarını da ancak Allah bilir, belki bu rakam trilyonları bulur. Firavunlardan, Nemrutlara, Karunlara, Hamanlara, Ebu Cehillere varıncaya kadar güçlü-güçsüz hiç kimse ölümü durduramamıştır. Hepsi zulümleriyle acımasız davranışlarıyla yıkılıp gitmişlerdir. Kötüler de böyle iyiler de böyle, her gelen gidiyor. Ama oradaki hesap herkesin ameline göre olacaktır, şüphesiz iyilik yapanlar bunun karşılığını cennetlerle; kötülük yapanlar da cehennemde cezalarını bulurlar.

Sevgili Peygamberimiz (s.a.s): “Lezzetleri kökünden alıp götüren ölümü çok hatırlayın.” (Tirmizî, Hadis No: 2307) buyurmaktadır. O belirtiyor ve haber veriyor ki ölüm acıdır. Hem kendi için hem arkada bıraktıkları için. Acıların en acısı da imansız, kâfir olarak gitmektir. Ölüme kimse dur deyince ölüm durmaz. Ecel ferman dinlemez. Onun için yine o “Ölüm nasihatçi, vaiz olarak yeter.” buyurmuştur. Başka vaiz aramaya hâcet yoktur. Hz. Ömer, yüzüğüne “Ya Ömer! Sana nasihatçi olarak ölüm kafidir.” diye yazdırmış ve bundan ibret almıştır. Yine, para karşılığında bir kişiyi tutarak ara ara kendisine ölümü hatırlatmasını tavsiye etmiştir.

 

            Velhasıl, mürid kendini dünya âleminden soyutlayarak zikrinde daha üstün bir fazilet ve esmanın bin bir güzelliklerine kavuşmayı dileyerek ölüm halini tefekkür ederek bu iki halini yani rabıta-ı şerif ve ölüm rabıtasını muhafaza ederek yapmaya uğraşır. Kaybederse tekrar alır, öyle ki fûyûzat-ı ilahiden dolup dolup taşar. O halden hiç ayrılmak da istemez. Bu sabır işidir. Azimsiz, sabırsız olmaz. Bu söylediklerimden dolayı okuyanlar, duyanlar ben yapamıyorum, ondan dolayı eldeki tesbihi fırlatıp atarak günlük-yevmi zikrini terk etmemelidir. Bu anlattıklarım evliyanın zikridir. Onlar da o makama gelinceye kadar belki aynı durumları yaşamışlardır. Fakat sabırla, Allah’tan yardım dileyerek o derecelere ulaşmışlardır. Herkese Cenab-ı Allah’ın lütfu keremi farklı farklı olur. Devrinde Pir Abdulkadir gibi velilere bu ikramlar taraf-ı ilahiden yapılır. Herkes O’nun gibi veya Şah-ı Nakşibendî, yahut Ahmed er-Rûfaî veyahut da Mevlana Celaleddin-i Rûmî gibi olamaz.

 

DEMİRDEN LEBLEBİ

Tasavvuf- Tarikat hareketi, eskiden özellikle Osmanlılar döneminde demirden leblebi olarak addolunurdu. Her postnişin kolay kolay mensubu bulunduğu yola müracaat edenleri kabul etmezdi. Onlar şöyle derlerdi: Bu yol demirden leblebidir, sen var git şeriat zahiriyle, yani namaz oruç gibi ibadetlerle itina ile meşgul ol. Müridliğe kabul olunmada ısrarcı olursa, mürşid onda istidat görür ise, kabul eder ama ona tekkede-dergâhta nefse ağır gelebilecek işler, mesela mutfak işleri, abdesthane ve benzeri yerlerin temizliğini verirdi. Bu suretle yavaş yavaş onu ileriye matuf vazifelere hazırlarlardı. Daha sonraları tekkelerin kapatılması ile sekteye uğrayan tasavvuf yolu mensupları sıkıntılar yaşadılar. Takibe uğradılar, cezalandırıldılar, hapsedildiler, hatta birçokları da idam edilerek şehit oldular. Kapatılma olayından dolayı bu akım hız kesti ama durmadı. Evlerde, müsait ortamlarda gizli gizli devam edegeldi. Artık bundan dolayı mıdır bilinmez ama mürid kabul etme olayında, bazılarında ağır şartlar ileri sürüldüğü olmuştur. Mesela git, istihare yap, gördüğün istihareyi anlat denir ya kabul olunur ya da olunmazdı. Böyle bir olayı anlatan anlatıyor ve diyor ki, yüksek okulun daha birinci sınıfında bulunuyordum. Sofular meclisine devran zikrine iştirak ettim. İlgili şahıs yani serzâkir benimle ilgilendi. Evrad, ezkâr vermek istedi. Fakat önceden istihare yapmamı sonra gelmemi söyledi. Bende denileni istihâre şartlarını yerine getirerek yaptım. İstihâremde, yeri bende mahfuz olan çok yeşillikler içerisinde mevcut olan güzel mi güzel, yazıları müstesna güzellikte, tezyinatı da öylesi parıl parıl bir camideyim. Orada Ezan-ı Muhammediye’yi okuyorum. Öyle lahuti bir alemdeyim ki ezan sesi yedi kat göklere doğru yükseliyor. Öyle ki bu sesi duymayan kimse yok gibi geliyor bana. Ertesi sabah kişinin yani serzâkirin ceket, pantolon satan dükkanına giriyorum selam veriyor ve oturuyorum. Hal-hatır soruyor, hemen yanındaki raftan şeker ikram ediyor. Bu esnada bende istiharemi anlatıyorum. Çok memnun kalıyor ve hemen oracıkta bana yevmi-günlük evradı yazdırmak istiyor. O zamanlar talebeyim. Cebimde mavi kaplı küçük cep takvimine bunları yazıyorum.

Buraya olayı hulâsa olarak aktardım. Benim mürşidim bunlara hâcet kalmadan tarikat dersini tarif ederlerdi. Devamlı yapmalarını, ihmal edip bırakmamalarını isterdi. Şöyle derdi, bir defa bile Allah’ı (c.c) anıp demiş olursa, yevmi zikrini yapsa olur ki, bu vesile ile hayatı boyunca devam eder, biz vesile (sebep) oluyoruz, sevap kazanıyoruz, takdir Allah’ındır.

Ne güzel düşünceler. Niyetler ne kadar arı duru işte, “ameller niyetlere göredir” (Buhârî, Bedü’l-Vahy, 1; Müslim, İmare, 155; Ebu Davud, Talak, 11) hadisi. Diğer taraftan Resulullah'ın (s.a.s) Hz. Ali’ye: “Ya Ali senin vasıtanla bir kişinin hidayete ermesi, vadi dolusu siyah, bakımlı develerden daha hayırlıdır.” (Buhari, Megâzî 39) Şu cehennemlerin korkunçluğu karşısında bir kişiyi oradan kurtarmak ne güzel bir cihattır. Bunun sevabı, yevmi zikirlerine devam edip yaptığında, onunkinden hiçbir şey eksilmeden sebep olana da aynısı verileceği unutulmamalıdır. Burada Cenab-ı Allah’ın rızası, hoşnud ve razı olması da ayrı bir husustur. Tarikat sorumluları arasında farklı tutumlar olmaktadır. Kimisi, namazında orucunda hatalı olmayanları ararlar ve bunları kabul ederler. Şartları daha ağır olanlar da vardır. Merhum mürşidim (k.s) böyle değildi ve şöyle derdi, “evlâdım önceleri günahlar sapkınlıklar yoldan ayrılıp dalalete düşenler çok azdı. Tarikat erbâbı o zamanlar altın değerinde olanları seçerlerdi. Ama şimdi durum ağırlaştı. Bizler kırık cam parçaları içindeki müsâit olanlarını arıyoruz. Onu değerlendirebilir miyiz” derlerdi.

Top