Muridan
Hakk'a Teslimiyet

Hakk'a Teslimiyet

Musa (a.s) Peygamber, koyun yayarken dilinde tutukluk vardı. Acele konuşurdu; tutulur, kalırdı. Allah Teâlâ, onu Firavun'a gön­derdiği zaman dilini açtı.

Bu konuşma Cuma sabahı medresede yapıldı.

Konuşma tarihi: Hicrî 14 Zilkade 545, Milâdî 1150.

 

Rızkın için üzüntüye düşme. O seni arar; öyle arar ki, sen onun kadar arayamazsın. Bugünkü geçimin tamam olunca ötesini bırak; yarını arama. Geçen günü aramadığın gibi onu da arama. Yarına ereceğin belli değil. Ya sabahlarsın veya sabahı bulamazsın. Hazır­la uğraş. Bugününü düşün. Eğer Hak irfanına erseydin; O'nunla olur­dun. O'na inanır, rızık peşine düşmezdin; O'nunla meşgul olurdun. O'nun heybeti seni geçim işlerinden çekerdi. Allah'ı bilen, bir şey di­leyemez hâle gelir.

İrfan sahibi, Hak tecellisi önünde dilsizdir. Tâ, insanlara gönderilinceye kadar böyle, insanlara gönderildiği zaman dili açılır. Dilin­deki tutukluk kaybolur.

Musa (a.s) Peygamber, koyun yayarken dilinde tutukluk vardı. Acele konuşurdu; tutulur, kalırdı. Allah Teâlâ, onu Firavun'a gön­derdiği zaman dilini açtı. Bunun için Musa Peygamber şu dilekte bu­lunmuştu: “Dilimdeki bağı çöz ki, sözümü anlasınlar.” (Tâhâ, 20/28) Bu duanın derin özünde şu mânalar saklıdır: “Ben bir zamanlar çobandım. Hayvan yaymakla meşguldüm. Dilimin açılmasına lüzum yoktu. Ama şimdi öyle değil, insanlar arasına karışacağım. Senin varlığını onlara anlatacağım. Bu sebeple di­limdeki tutuk hâlin geçmesini talep ediyorum. Onu gider.”

Musa Peygamber’in dilinin tutukluğuna dair şu hikâye vardır ki, bundan başkası da anlatılır: “Musa (a.s) Peygamber, çocuktu. Firavun ile hanımının ya­nında idi. O zaman konuşacak durumu yoktu; fakat birden doksan kelime konuştu. Başkası o yaşta konuşamazdı. Bu hâl az devam etti. Bir kaza oldu. Sebebi bilinmeyen bir hâlle ağzına ateş koymuştu. Bu ateş onun diline tesir etmişti. Dilinde bu yüzden tutukluk olmuştu. Bu işi yaptıran Allah Teâlâ Hazretleridir.

 

Ey evlat! İrfanın az. Seni öyle görüyorum. Peygamber’e karşı da aynı hâldesin. Onu tam anlamıyorsun. Allah'ın sevgili kullarına da irfan duygusu taşımıyorsun. Onun, Peygamberler makamında olan ebdalleri vardır. Yeryüzünde O’nun halifeleri bulunur. Bunların ne gibi alâmeti olduğunu anla. Neden bunların hâlinden boş bulunuyor­sun?

 

Sen, içinde kuş bulunmayan bir kafes gibisin. Boş bir eve benziyorsun; yıkık, virane hâlin var. Bir ağaçsın ki, kurumuş, yaprakları dökülmüş.

Kulun kalbi, İslâm’la mamur olur. Sonra onun hakikatine tam ermekle düzelir. Buna da: “Teslim olmak; O'na candan teslim olmak” denir.

Cümle varlığını Aziz ve Celil olan Allah'a ver. O'na teslim olur­san, nefsine sahip olman kabil olur. Kalbini alır, bir hoş hâlde ge­zersin; benliğini yitirirsin. Halkı da bırakır, Hak önünde durursun. Bu anda halk yoktur; senliğin yoktur. Mevlâ dilerse seni halka ka­tar, elbise giydirir, düzenli bir hâlde kullara gönderir, emrini onlara tebliğ ettirir. Hem kendi özünde, hem de halk arasında ilâhî emirle­rin mümessili olursun. Bu işte Peygamber’in rızası da seninle olur. Halka gönderilince kendiliğinden iş yapmaya kalkmazsın. Beklersin, O’nun sana vermiş olduğu cümle hükümleri kabullenirsin.

Hak Teâlâ'ya yönelen herkes Musa Peygamber’in şu sözünü der: “Razı olasın diye, sana acele geldim.” (Tâhâ, 20/84)

İman sahibi bu gidişi kalp adımıyla yapar. Hak’tan gayri var­lıklardan soyunduktan sonra O'nun önünde el bağlar, durur. Kalp hâliyle bunu yapar. Hâl lisanı ile Musa Peygamber’in konuştuğunu ko­nuşmaya koyulur: “Dünyayı bıraktım, âhiretten vazgeçtim, cümle halkı bir yana attım. Sebepler bana yakın olamaz. Sen'den başka yaratıcı tanımıyorum. Hemen Sana koştum; beni bağışlayasın ve razı olasın diye geldim. Şimdiye kadar onlarla oluşumu yüzüme vurma, Allah’ım!”

Ey cahil! Sana n'oldu? Söylediklerimden sana nasip yok. Bu nasipsizlik seni nefse kapattı. Dünyaya ve tabiî olan kötü arzulara itti. Kulların kulusun. Onları Hakk'a ortak yapmaktasın. Onların yarar ve zararını beklemektesin. Cennete köle oldun. Ona girmekten baş­ka emel beslemiyorsun. Ateşten korkar oldun. Sanki ona tapmaktasın. Siz neredesiniz? Hepiniz, kalplerin sahibi olanın elinde bulun­maktasınız. Basiretlerinizi o evirir, çevirir. O söz sahibidir. Bir şeye “ol” der, olur.

 

Ey evlat! Taatine aldanma. Onunla öğünüyorsun, hâlin bu. Subhan olan Hak Teâlâ'dan makbul olmasını dile. Tâat hâlinden başka hâle çevrilmekten hazer et. Bir gün iç temizliğin için “Kararsın!”, tâatin için de “Masiyet olsun!” emri verilince ne yaparsın? Elinden ne gelir? Bu durumda sana ben ne yapabilirim?

 

İrfan sahibinin yanında yabancı kalamaz. Onu aldatacak olmaz. O aynı zamanda kendinden emin de olamaz. Dünyadan çıkıncaya ka­dar bu durumu devam eder. Mevlâ’sı ile arasındaki mevcut emaneti yerine getirir. Tâ o emanet yerine teslim edilinceye kadar.

Ey cemaat! Size kalp işleri düşer. Size asıl o gerek. Onda, tam ihlâsa sahip olmak icap eder. Kalbi olgun ihlâs hâline getirmek için, Allah Teâlâ'dan başka bütün varlığı silmek gerek. İhlâsta ve diğer hâllerde marifet asıldır. Öbürleri ona eklenir.

Sizleri yalancı ve sahtekâr görüyorum. Sözlerinizde ve işleriniz­de hep böylesiniz. Gizli yaptığınız işlerde yine öylesiniz. Açık yaptı­ğınız işlerde yine aynı yolu takip etmektesiniz.

Sebatlı hâliniz yok. Söze gelince bol! Fakat işleriniz sebatsız ve devamsız. Her zaman sözleriniz yalnız kalmakta. Buna iş eklense bi­le ihlâs olmadığı için bir şeye yaramıyor. Hele tevhid hâline hiç ya­naştığınız yok. Bunları anlamak bana güç değil. Mihenk taşı elimde. Seni sevindirecek şey de bende var.

Hak Teâlâ'dan kabul istemek ve kabul olması için gerekenleri yapmamak sana ne sağlayabilir? O'nun rızası kuru kuruya istenirse ne iyilik getirebilir? Erimek için kaba konduğun zaman her şeyin meydana çıkar. Ateş yanar, erirsin; arkasından ferman gelir: “İşte şu siyahtır, şu da beyazdır!”

Ayrıca şüpheli olanlar da meydana çıkar. Her biri için ayrı ayrı kıymet biçilir. O gün bütün saklılar meydana çıkınca şöyle bir hitap gelebilir: “Bütün işlerinize nifak karışmış olduğundan, hiç biri kabul edilmeyecektir!”

İşte işler böyle. Her ne ki, Hak’tan gayri için yapılıyor, o boş­tur, hebadır. Yapınız, seviniz, sohbet ediniz; fakat kimin için? Yer­yüzünde benzeri olmayan, her zaman gören ve işiten için olsun. Elinizdekini atınız, sonra yerinizde durunuz. O'na lâyık olmayan hiç bir şey sizde kalmasın. Daha sonra O'na ne lâyıksa onu getiriniz. Nefyiniz ve ispatınız O'nun için olsun. Bunu Hak Teâlâ sever. O'nun sevgi­li Peygamberi ise, O sevdiği için sever. Onların sevdiğini yapmak si­ze düşer. Bunları yapabilirsiniz. Yapılamayacak şey zaten söylenmez. Başardığınız takdirde şüpheli şeyler kalbinizden çıkar. İçinizdeki tembellik hâli kaybolur.

Allah ve O'nun Peygamberi ile manen sohbet ediniz. İyi kişilerin meclisinde bulununuz. Bunların karşısında çok edepli olunuz. Onla­ra hürmeti elden bırakmayınız. Onların üstünlüğünü hemen kabul ediniz.

Kurtulmak ümidi besliyorsanız, yanımda edepli oturunuz. Ede­bini bilmeyen bana uzak dursun. Boş ve fuzulî şeyleri yığmakta de­vam ediyorsunuz. Hiç olmazsa benim yanımda bulunduğunuz zaman onları bırakınız. Gününün çoğunu boş şeyle telef eden zat nasıl O'na yakınlık ümidi besleyebilir? Ve basit şeyleri derleyen O’na karşı na­sıl iyi edep iddiasında bulunabilir? Bunların mümkün olmayacağını biliyorum. Fırıncı ekmek işini bilir. Aşçı yemekten anlar. Her sanatkâr kendi işini öğrenmiştir. Davetle görevli olanlar, kimi çağıracağı­nı ve nereye götüreceğini bilir. Karşısında hazır olanların hepsinin kabiliyetini bilir, ona göre konuşur.

Dünyanız kalbinizi körletti. Bu yüzden iyi şeyleri görmekten mahrumsunuz. Dünyanın kötü varlığına katıldınız. Onun içine düş­tünüz, ezildiniz. Sizleri, haber vermeden yavaş yavaş perişan etti. Ve nihayet sizi boğazladı. Onun acı şarabını içtiniz. Sarhoş oldunuz. Bu arada elinizi kesti, çolak etti. Gözlerinize mil çekti, kör oldunuz. Ayak­larınızı da kesti, yürüyemez hâle geldiniz. Bunlar yapılırken siz, hiç bir olanın farkında olmadınız; çünkü sarhoş olmuştunuz. Ancak ayıldığınız zaman anladınız. Ama, o zaman iş işten geçmiş oldu. Size yapılanı yapıldıktan sonra anlamak neye yarar ki?

İşte dünya sevgisi ve sonu… O bir defa sevilmeye görsün, ötesini yapar. Her belâ ondan gelir. Mal toplamak hırsı, elem ve kaygılar, onun peşinden ilerler. Dünyanın işleri böyledir. Ondan çok sakınınız.

 

Ey evlat! Sana kurtuluş yoktur. İç hâlin dünya sevgisi ile dolu oldukça kurtulma ümidin boşunadır. Ey Hak sevgisi iddiasında bu­lunan, iddian boştur. Dünya sevgisi içini kaplamış, önce onu içinden at. Bu hâlinle iyileri de görmen kabil olmaz. Ayrıca âhiret sevgisini de kalbinden atman gerek. Dünya ve âhiret sevgisini içinden çıkarıp Mevlâ sevgisi ile dolu olduğun zaman kurtulabilirsin. Mevlâ'ya ermek için baş şart bunlardır.

 

Hak’tan gayri bilcümle şeyleri bırakmak insanı kurtarabilir. Al­lah sevgisi ile olan irfan sahibi, ne şunu, ne bunu sevebilir. Hak’tan ayrı bildiği her şeyi bir yana bırakır ve onlara ilgi duymaz. Ermek arzusunda olan böyle yapar.

Zaman gelir, sevgi hâli tamam olur ve bu hâlde doğruluğa erilirse, dünyalık kısmetler kendiliğinden gelir. O gelen yeter. Sahibini yormaz. Huzuru bozmaz. Öbür âleme geçtiği zaman, üzülerek bura­dan ayrılmaz. Terk ettiği birçok şeylerin daha iyisini orada bulur. Yaptıkları onu Hak kapısında beklerler. Yaptığı iyi şeylerin kaybol­madığını orada görür. Kaybolmalarına imkân yoktu. Çünkü hepsi Hakk'a terkedilmişti. O'nun rızası için onlara ilgi duyulmamıştı. Dün­yada basit görünen ve bu yüzden ilgi duyulmayan şeyler o âlemde, insana neler kazandırmaz ki? Burada az şey orada çok büyük ve hayırlı olur. Yeter ki, yapılanlar Hakk'ın rızası için olsun.

Allah Teâlâ, sevdiği kullara istediğini verir. Onlara istemese dahi eksiksiz ve bol gönderir. Hepsinin nasibi ve kısmeti önceden ayrılmıştır.

Kalbin arzuları iç âlemden gelir, ötelerden coşar, yerini bulunca durur! Nefsin kötü arzuları ise dış âlemden koparak gelir ve sahibini azdırır. Bunların ikisinin tatmini bir arada olamaz. Birinin tatmin olması, öbürünün yıkılmasını doğurur. Kalbin nasibi için nefsin arzusunu kırmak icap eder. Nefsin arzusu kırılınca, kalbin haz yolları açılır. Kalp doyduktan sonra, nefsin kısmeti de açılır. Tatmin edil­miş kalbin sahibi olan nefse iyilik emrolunur. O hâlde nefis mut­maindir. Hak ve hakikat karşısında boynu eğik olur; dik kafalı ol­mayı bırakır.

 

Sana dünyalığın kötü yönlerini sevdirmek isteyenlerle oturma. Onun kötülüklerinden kim sakındırıyorsa onu bul. Her şey cinsini çeker. Her şeyin parçası kendi aslını arar. Seven sevgilisini arar. Ta onu buluncaya kadar aramaya devam eder. Allah için sevişenler, O'nun uğruna sevgi gösterisi yaparlar. Bundan sonradır ki, Allah on­ları sever. Birinin sevgisini öbürüne kenetler. Kuvvetlerini bu sevgi ile verir.

 

Allah Teâlâ'dan bu yardımı aldıktan sonra kulları O’na çağırır­lar. Bu uğurda birbirlerine yardımcı olurlar. Kulları kötü şeylere ça­ğırmazlar. İmana, tevhide çağırırlar.

Acıma duygusu ile kulların elinden tutar, hak yola apanırlar. O yüce kapıya kadar getirir, durdururlar. Ondan ötesi kulun elinde de­ğildir. Ev sahibi dilerse içeri alır.

Hizmet edene hizmet edilir. İyilik yapan iyilik bulur. Verene ve­rilir. Bugün yaptığın işler, ateşe götürecek şeyler olursa, yarın gide­ceğin yer orasıdır. Hangi yolu tutuyorsan ondan başka yola gidemez­sin. Nasıl olursanız idareciniz ona göre olur. Karşınıza çıkan işler, hep yaptığınızın karşılığıdır. Cehennem ehlinin işini görürken Cen­net ümidin boştur. Cennete girecekler gibi iş tutmadıktan sonra, na­sıl oraya girmeyi istersin?

Dünyada hakikî kalp sahipleri tanınır. Onlar kalbe önem verir­ler. Dış duygular onlara göre sonradan gelir. Kalbi bırakıp yalnız ka­lıpla olmazlar. Bunu yetersiz görürler. Kalbin haberi olmadan tutu­lan iş neye yarar? Riyakâr, dışından amel eder. İhlâs sahibi, kalbini hak yola koyar. Allah için iş tutan, önce kalbini, sonra dış varlığını yola getirir. İman sahibi, yaptığı iyi işlerle diridir. İçi bozuk adamı yaptığı işler perişan eder, öldürür. İman sahibi, yalnız Allah için iş yapar; dirilir. İçinde bozukluk besleyen, halkı görür, onlara göre amel eder, kalbini öldürür. Halktan övülme ve fayda beklemek mü­nafık için ölümdür.

İman sahibi gizlide, aşikârede, darlıkta, genişlikte, içinde ve dı­şında aynı hareketleri yapar. İki türlü iş görmez. Münafık ise, yalnız halk yanında iyi iş tutar. Sonrası yok. Genişlik geldiği zaman iyi, sonrası boş. Herhangi bir darlığa girdiği zaman sanki dili ile imana girdiğini, Allah'a, peygamberlere ve meleklere iman ettiğini kimse­ye söylememişe benzer. Kıyamet gününü ve öldükten sonra dirilme­yi hiç duymamış gibi olur. Sanki hesap verecek kimse kendisi değil­dir. Onun zaten İslâmiyet’i kabulü sadece kelleyi kurtarmak ve Müslüman cemaati arasında rahat dolaşmak içindir. İlâhî azap ve ateş­te yanma korkusundan Müslüman olmaz. Çünkü o bunlara inanmaz. Oruç tutar. Namaz kılar, dinî bilgileri öğrenir. Ama bunların hepsi Müslümanların yanında... Onlardan ayrı kaldığı an, küfre, kötülük yollarına koyulur.

Allah’ım, bu kötü hâllerden sana sığınırız. Şu anda dünyadayız. Bizi o kötü insanlardan kurtar. Yarın öbür âleme geçtiğimiz zaman, yine bizi onların arasına katılmaktan koru. Âmin!

 

Ey evlat! İşlerde sana gereken dürüst olmaktır. Gözünü, yaptı­ğın işlere dikme. Onlardan gelecek yararı bekleme. Bir şey yaparken, halktan ne bir şey um, ne de yüce Yaratıcı'dan ısrarla karşılık iste. Kulsun, efendinin rızasını gözet. O'nun hazinesindeki güzel şeyleri umma. Yalnız O'nu dileyenlerden ol. O'nun özünü dile ki, istediğini versin. O seni sevdikten sonra, her şeyi senin olur. Dünya ve âhirette O'nun cennetine girersin. Dünyadaki cennet O'nun yakınlığıdır. Âhiretteki asıl cennet ise O'nun varlığına nazardır. O'nun yapmış ol­duğu vaatler, yaptığın işlere yeter, hem de artar. Korkma, vermezlik etmez.

 

Ey evlat! Malını ve nefsini O'nun kader eline teslim et. Varlığı­nı O'nun hükmü önüne ser. Satılacak şeyleri alana bırak. Bırak al­sın, parayı bugün ödemezse yarın öder ve kıymetinden daha fazlası­nı verir.

Ey Allah'ın kulları, nefsinizi O'na teslim ediniz. Parayı ve para edecek şeyleri düşünmeden O'na bırakınız. Söyleyiniz: “Nefis, mal, cennet senin olsun. Zat’ından gayri şeyler de senin olsun; bize Zât’ını ver. Başkasını istemiyoruz. Bize ev verirsin, içinde Sen olmayınca neyleriz? Yola çıktığımızda, yol arkadaşımız Sen olmadıktan sonra yol­culuğu ne yaparız?”

Ey cenneti isteyen, onu almak ve güzelleştirmek bugün olmalı­dır, yarın olmaz. Bugün onun sularını akıt, ırmaklarını çoğalt. Yarın yapamazsın. Hakk'ı bulursan hepsi kolay olur.

 

Ey cemaat! Kıyamet günü kalpler karışık olur. Gözler döner. Ayaklar yerinden kayar. O gün her iman sahibi, iman kuvvetine gö­re ayakta durur. Kötü şeyleri bıraktığı miktar tutunabilir. Dünyada iman üzerine ne kadar sebat etmişse orada da o kadar dayanması kabil olur.

 

O gün zalimler, O'na teslimdir; nasıl zulüm ettiklerini görürler. Fesatçılar, O'nun eline geçmiştir. O gün yaptıkları fesadın hesabını nasıl verirler, görürsün. O gün, iyilik kabul etmeyenler, ıslah olma­yanlar, huzura alınmışlardır, efendiden kaçmanın, iyilik kabul etmemenin ne demek olduğunu anlarlar.

Ey evlat! Sonu bekle. Şu anda yaptıkların iyi olabilir. Fakat so­nu? İşte onu düşünmen gerek. Bu yüzden daima Hakk'ı iste. Sonun iyi geçmesini dile. Hak Teâlâ'dan bunu iste. O'na hangi iş sevgili ise, onun üzerine ruhunun alınmasını dile.

Sakın, yine sakın, tevbe edip tevbeni bozmayasın. Kötü şeyi bı­raktıktan sonra ona dönmekten çok kork. Herhangi birinin sözüyle tevbeni bozma. Nefsine, şahsî arzularına ve kötü şeylere uyma. Mevlâ’na muhalif olmaktan kork. İşte böyle, bugün isyan edersen, yarın Mevlâ seni perişan eder. Sana yardım elini uzatmaz.

Top