Şairlerin Sultanı (Sultan-ül Şuara) Necip Fazıl, vefatının 30. yılında kültür, sanat, edebiyat, tefekkür ve aksiyon açısından olduğu kadar, siyasî ve edebî polemikleri, rûhî arayışları, davası uğruna çektiği çileleri ve pervasız duruşuyla, anılmaktan ziyade anlaşılması gereken en önemli şahsiyetlerden biridir.
Onu anlamak ve özümsemekle,bir yandan Üstad’a karşı vefâ borcu ödenirken, diğer yandan kültür mirasımızın çok kıymetli bir değerine sahip çıkılmış olacaktır. Biz bu yazımızda, onun ruhî arayışları ve bunlara bulduğu cevap yani önünde durduğu kapı ve arayışın adanışa dönüşmesini kısaca ele almaya çalıştık. Necip Fazıl’ın tecrübesinin, çeşitli yönleriyle ülkemiz insanının ve hatta genel anlamda modern insanın arayışlarına bir cevap olabileceği söylenebilir. Bu gün modern insan, neyi aradığını ve nerede bulacağını bilmeden mecalsiz bir arayış içerisindedir.
Tasavvufî zaviyeden baktığımızda hayatın hakikati ve insanın varlık sebebine dair iki kavram ön plana çıkmaktadır. Muhabbet ve Marifet. Kainat ve insan muhabbetin tecellisidir. Bu anlamda muhabbet “seyr-i nüzul”ü sembolize ederken; marifet ise zübde-i âlem olan insanın nefsinden Rab’nine uzanın manevi yolculuğunun yani “sey-i uruc”un sembolüdür. Hz. Peygamberin “Nefsini bilen, Rabbini bilir” hadisi de bu hakikatin beyanıdır. Bu doğrultuda yazımızın konusu olan Necip Fazıl Kısakürek de “İnsan kendini aramaya ve bulmaya memur bir yaratıktır”1 der.
1904 yılında doğan Necip Fazıl, Cumhuriyetin ilanından bir yıl sonra Maarif Vekâleti tarafından açılan sınavı kazanarak Üniversite hayatını sürdürmek üzere Fransa’ya gider. Necip Fazıl’ın yirmi yaşını henüz geçtiği döneme rastlayan Paris yılları, aynı zamanda onun “kendini arayış” ıstırabını ve kıvranışlarını en kuvvetli ve can acıtıcı şekilde yaşadığı yıllardır. O da, bütün büyük mustaripler gibi kendini yalnızlığa, tenha ortamlara ve geceye teslim eder. Bunun dışında, en başta insanî sefaletin ve zafiyetin bütün çıplaklığıyla yaşandığı kumar masalarını bir sığınak görür ve “fena fi’l-kumar” olur.2 Bunlar aslında kendini ararken, kendinden ve hakikatten yalan yanlış yer ve ortamlara kaçıştan başka bir şey değildir. Burada serserice dolaştığı kaldırımlarda dudağında şu dua vardır: “Allah’ım beni kendi kendimden kurtar!”3
Ne maddî imkanlar ne de aldığı eğitim onun ruhunu tatmin etmemiş aksine ruhundaki arayışlar ve gelgitler gün geçtikçe artmış, yaşadığı metafizik buhran tahammül edilemez boyutlara ulaşmıştır. Necip Fazıl, bu psikolojik haletini çeşitli şekillerde ifade eder. Konuyla ilgili bir şiiri şöyledir:
“...Aylarca gezindim yıkık ve şaşkın,
Benliğim bir kazan ve aklım bir kepçe.
Deliler köyünden bir menzil aşkın,
Her fikir beynimde bir çift kelepçe...” 4
Bu ıstırap ve muhasebe içinde Necip Fazıl, günlerce gündüzlerden habersiz bir gece hayatı sürdüğü, aynaların karşısında yanaklarını tırnaklayarak gözyaşı döktüğü Fransa yıllarını anlatırken şöyle der: “Kâbus şehrindeki hayatımı anlatmaya hicâbım ve İslâmî edebim manidir.”5
Necip Fazıl’ın yirmili yaşlardan Abdülhakîm Arvâsî ile tanıştığı 1934 yılına kadarki arayış yılları diye isimlendirebileceğimiz hayatında iki ruh hali dikkat çeker. Bunlardan ilki, ağırlıklı olarak çocukluk yıllarından beri bir yumak gibi büyüterek getirdiği ruh halidir. Bu ruh hali, daha fazla Anadolu kokan ve kendi tabiri ile iptidâi hassasiyet taşıyan tasavvufî şiirlerle açığa vurur kendini. Ardından başta Paris tecrübesi, içinde bulunduğu ortam ve büyük şehrin boğan, yutan ve korkutan tezahürünün bir neticesi olarak gaye ve vecdin istikamet bulmaya çalıştığı ruh hali ve yılları. Necip Fazıl, yaşadığı bu iki ruh halinin ilkinin zâhiri plandaki göstergesinin “Örümcek Ağı”; ikinci ruh halinin ise “Kaldırımlar” kitabı olduğunu söyler.6
Necip Fazıl, çevresinde yaşanan bohem hayatı, hayvânî içgüdüler deryası olarak nitelendirir ve orada düşünmeden, estetik ve zerafetten uzak, sözde derin ancak ye, yut, sık, iç, at, tut, kır, gibi tek heceli, tefekkürden uzak basit kelimeli bir hayat; bu hayatın kadınını ise, bir türlü olamadığı kadınlığı, sol fikirler etrafında erkek edasıyla arayan kişi olarak tanımlar.7 Ona göre bohemlik, serseriliktir. Özellikle Birinci Cihan Harbi’nden sonra yaygınlaşmış bir hayat tarzıdır. Batıda ruh çilesi çekerek kenara çekilmek şeklinde değil, serserilik, intibaksızlık, intizamsızlık ve tek kelimeye indirgenecek olursa ruh tefehhüsünü ifade etmektedir ve çökmeye başlayan toplumların habercisidir.8
Fransa’dan dönen Necip Fazıl, Heybeliada’da hasta yatağında kendini gözleyen annesine koşacak duyguyu bulamaz, kendinden kaçar. Kendini ararken ve bulmayı arzularken hep kendinden kaçar. Kendini bulmaya o denli müthiş bir iştiyak duyarken kendinden o denli uzaklaşır ki kendine kendini bulduracak kapının önünde bulur kendini. Kendinden kaçışı, kendine varışın yolu olur. Hep Batı’ya doğru giderken, Doğu’dan kendine varır. Bir zamanlar neden yuvarlak olduğunu çok merak ettiği varlıklardan biri olan dünyanın etrafını turlamışçasına. En dibe vurur ve oradan yükseklerin yükseğine sıçrama imkanına ulaşır.
Necip Fazıl’ın Paris ve hemen sonrasındaki yıllarının temel karakteristiklerinden biri de hedefsizliktir. Bununla birlikte, içinde sürekli olarak dillendirdiği ve yaşıyla doğru orantılı olarak gittikçe büyüyen ve anlam kazanmaya başlayan, lakin ne olduğunu anlamaya yaklaşmakla birlikte tam olarak kavrayamadığı, kavradığı anda da koşulsuz bir teslimiyet ile teslim olmaya hazır bulunduğu “yaşanmaya değer hayat” gizli ve sırlı bir hedef olur. Kendi kendine sorar: “Yaşanmaya değer hayat nasıldır, kapısı nerededir ve bilmediği kapıdan içeri girdiği anda kim mihmandarlık edecektir kendisine?”
Necip Fazıl, okuduğu ve hayatlarını tanıdığı batılı mütefekkirlerin hakikate varamaması önündeki en büyük manilerden birinin kendilerine kılavuzluk edecek bir kimsenin bulunmamasını gösterir. Ona göre, bunların başında gelen Paskal, filozofların bahsettiği değil, Peygamberlerin haberini getirdiği Allah’ı tanımasına rağmen son peygamberi bulamadığı için hakîkate kıl kadar yaklaşmasına rağmen vasıl olamamıştır. Üstelik, “Allah’ın yanık bir pervânesi ve O’nu bulur gibi olup bulamamanın veya büsbütün kaybetmenin, belki en ileri fakat ümitsiz cehdini temsil etmektedir.”9 İşte bu yönüyle de çok sevmesine rağmen, Necip Fazıl’ı tatmin etmiyorlardı. Hep eksik kalan bir nokta ve yön vardı. Delalet istenen akıl, dalalete götürebiliyor ve ruhun dilinden anlamıyordu.
Necip Fazıl, bu arayış, tatminsizlik, muhasebe ve arayışın adanışa dönüşeceği teslimiyet kapısının önünde durup dingin hale gelme iştiyakını şu çarpıcı sözlerle dile getirir:
“Beş hassemin sınırını tırmalayıcı ve ilerisini araştırıcı derin bir melankoli duygusundan ibaret. Bana konaktaki çocukluğumdan kalan ilerdeki basamaklarda gittikçe kıvamlaşan bu hassasiyet, sonunda Büyük Velî’nin eşiğine yüz süreceğim ana kadar- otuzuna yaklaşıncaya dek- mücerred, müphem, formülleşmemiş ve sisteme girmemiş, hayat üstü bir hayat, ideal hayat hasretinin kulaklarıma devamlı fısıltısını akıttı... Kendimi günübirlik bahanelerin hasis kadrosunda belirtmeye çabalarken, bu fısıltıyı; seslerin, renklerin, şekillerin ve mesafelerin ötesindeki hakîkatten çakıntılar bırakıp geçen bu fısıltıyı hiç kaybetmedim. Madde içi hayatta parende üstüne parende atarken, madde ötesi hayatın ruhumda dâima ihtarcısına, gözü uyku tutmaz nöbetçisine rastlıyor ve arada bir bu nöbetçinin selâmını alıp yine beni sürükleyen çarkına takılıyor ve ona:
- Haydi beni nereye götüreceksen götür, kime teslim edeceksen et! diyordum. Otuz yaşına kadar muhâsebem budur.”10
Otuz yaşına yaklaştığında fikirleri daha net ve hedefi belirgin hale gelmiştir: “Hayatım başından beri muazzam bir şeyi bulmanın cereyanı içinde akıyordu. Şu veya bu miskin vesilenin hassasiyeti içinde birini arıyordum. Birini. O, kim? Allah’ın sevgilisi: Sonsuzluk ikliminin batmayan güneşi ve ebedîlik sarayının paslanmaz tâcı. Tek dâvâ O’nu bulmakta, bulduracak olanı bulmaktaydı.”11 Bu sözleriyle Necip Fazıl, mihmandarsız olmanın zorluğuna dikkat çekerken, ilerde çok iyi şekilde öğreneceği tasavvufî hayattaki mürşidin fonksiyonuna da işaret eder ve doğru bir şekilde onu, Allah Rasülü’ne giden yolda bir adım önde yürüyen kılavuz olarak tanımlar. Yani bir amaç değil, kutlu bir araç.
Necip Fazıl’ın yukarda çizdiği tablonun özeti şudur: Çocukluk çağından itibaren aklını ve ruhunu kemiren iç muhasebe, yaşadığı bütün gelgitler ve görünenin arkasındakini görebilme ve hakikati yakalayabilme konusundaki arayışı, aklını ve ruhunu tatmin edebilecek billurlaşma, her taşın yerine oturması ve haddini tanıması için yaşadığı iç yürüyüş onu Efendisinin kapısına hazırlarken; Efendi’si de onu beklemektedir.
Necip Fazıl, çektiği bunalımların ne “ruh doktoru” tarafından, ne de bir hoca tarafından12 anlaşılamayacağını dile getirir ve bunu “yangını resimde seyredenlerle, yananlar arasındaki mesafe...” kadar uzak iki tarafın birbirini anlamaya çalışması şeklinde açıklamaya çalışır. Ancak, bu halini anlayacak birisinin mutlaka var olduğuna inanır ve şöyle der: “Bu işin mutlaka bir hocası vardı, ama nerede? Bu işin gerçek tabibi mutlaka manalar âlemindeydi, ama nasıl bulmalı?”13
Ve bir Cuma günü Beyoğlu Ağa Camiinde ilk karşılaşma. Yıl, 1934. Yaş, otuz.Abdülhakîm Arvâsî ile ilk konuşma ve derin izler bırakan yakıcı bir nazar. Onun durgunluğa ve dinginliğe ilk adımı: Deli dolu akan bir nehrin denizle yahut meleyen kuzunun anasının sütüne vuslatı gibi.
Bana yakan gözlerle bir kerecik baktınız
Ruhuma büyük temel çivisini çaktınız.
Necip Fazıl’ın bu arayışı, sadece Allah’ı layık-ı vechile tanımanın ötesinde, yukardan aşağıya dinî emir ve yasaklardan, varlık sahnesinde rol alan canlı-cansız bütün mevcûdata ve hassaten insan ve insana taalluk eden sanattan siyâsete, ahlaktan aile hayatına kadar uzanan bütün değerleri bir başka açıdan tanıma ve tanımlama sürecidir. Bir nevi, bildiğini bilme bilgeliğine yürüyüşün, maddeden mânâya ve rûha yükselişin adıdır:
Anladım işi, sanat Allah’ı aramakmış;
Marifet bu, gerisi yalnız çelik - çomakmış...14
Necip Fazıl, otuz yaşına kadar yaşadığı arayış dönemi dediğimiz buhranları yılların neticesinde tanıştığı ve böylece her taşın yerine oturmaya başlamasına vesile olan Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri ile 1934 yılında madde âleminde başlayan ve 1943 yılında mürşidinin vefatından sonra da mana aleminde süren hayatını anlattığı “O ve Ben” isimli eserinin ilk baskısının ismini, “Büyük Kapı” koymuştur.
Necip Fazıl’ın, Abdülhakîm Efendi’yi ve tasavvufu tanımadan önceki şiirlerinde baskın unsur, arayış, korku, yalnızlık, cinler ve periler gibi boşlukta olmanın ifadesi kavramlar iken; onu tanıdıktan sonra, Allah, tasavvufî ve dinî kavramlar arayışa cevap gibi görünür. Hatta ileri yaşlarındaki şiirlerinde -ve nesirlerinde- tasavvufî unsurlar başta olmak üzere dînî kavramları daha fazla özümsemiş ve içselleştirmiş bir şekilde detaylarıyla ele alır.
Sonuç olarak diyebiliriz ki, “Deliler köyünden bir menzil” uzakta bulunan bu dâhîye, delilikle dâhîlik arasındaki o ince çizgiyi gösteren ve dâhî yönünü kullanmasına imkan sağlayan tasavvuf olmuştur.15 Bundan dolayı da Necip Fazıl, elinden tutarak kendisini Allah’ın ve Resulü’nün yoluna götüren ve götürürken de bu yolun tehlikelerini öğreten Abdülhakîm Arvâsî’ye, hayatının sonuna kadar tam bir teslimiyet ile sadakatini göstermiştir.
Dipnotlar: 1) Konuşmalar, s. 178. 2) Babıâlî, s. 29. 3) Babıâlî, s. 32. 4) Kısakürek, Necip Fazıl, Çile,s. 35. 5) O ve Ben, s. 66. 6) O ve Ben, s. 67. 7) Aynadaki Yalan, s. 14, 42. 8) Tanrı Kulundan Dinlediklerim, s. 78. 9) O ve Ben, s. 74. 10) O ve Ben, s. 39. 11) O ve Ben, s. 40. 12) Bu halini Aynadaki Yalan’da bir hocaya giden Naci karakteri ile anlatmaya çalışır. Naci hocaya gider, ancak ne kendi halini anlatacak kelimeler bulur, ne de hoca onu anlayabilecek durumdadır. Bkz. s. 49. 13) Aynadaki Yalan, s. 49. 14) Çile, s.39 15) Bu konuda Esat Coşan şöyle der: “Necip Fazıl’ı bu derece değiştiren ne? Bu sorunun tek bir kelimeyle cevabı; tasavvuftur.” Bkz. Coşan, Esad, “Necip Fazıl”, Büyük İslam ve Tasavvuf Önderleri, Vefa Yayıncılık, İstanbul, 1993, s. 478.
ALTINOLUK Dergisi 2008 Mayis