Her insanın kendi kalbine iyi bir gözle bakması, ona, hayırlı ve nurlu fikirler sunması, kötü duygulardan arıtması hususunda dikkat ve ihtimam göstermesi lâzımdır. Çünkü kalbin tehlikeleri büyük, aldığı etkilerin izleri silinmez, bozukluklarını düzeltmek çok güçtür. Âlimler, kalbin korunmasını ve eğitimini beş esasta toplamışlardır. Birinci esas Cenâb-ı Hakk’ın bu hususta buyurduğu ayetlerdir. “Allah, gözlerin hâin bakışını ve göğüslerin (kalplerin) gizleyeceği her şeyi bilir.” (Mü’min, 19) Başka bir ayette buyuruyor.
“Allah, kalbinizde olanı ve olacağını bilir. O’ndan sakınınız.” Diğer bir ayette buyuruyor.
“Sözlerinizi ister gizleyin ister açık söyleyin. Cenâb-ı Hakk, kalbinizde olanı ve olacağını bilir.”
Kur’an-ı Kerim’de bunlara benzer, (Cenâbı Hakk, bütün gizlilikleri bilir) mealinde nice ayetler vardır. Hepsinde de bilen ve düşünen kullar için korkutucu, tehdit edici, uyandırıcı fikirler vardır. O halde gaybı (görünmeyeni) bilen ve her hareketini kontrol eden üstün bir varlıkla muamelede (alışverişte) bulunduğunu unutma. Hareketlerini buna göre ayarla ki felaha eresin.
İkinci esas:
Hz. Peygamberin (s.a.s) hadisleridir. Bir hadisinde şöyle buyuruyor:
“Allah; yüzünüze, vücudunuzun endamına bakmaz. Yalnız kalplerinize bakar.”
Bu hadis-i şeriften kalbin, Cenâb-ı Hakkın nazargâhı (bakış yeri) olduğu anlaşılıyor. O halde, halka şık ve temiz görünsün diye yüzünün, bedeninin kirliliklerini yıkayıp temizlenen, süslenip güzel görünmeğe çalışan insanoğlu neden, Cenâb-ı Hakk’ın bakış yeri olan kalbini kirli, bayağı düşünce ve duygulardan temizleyip iyiliklerle süslemeğe gayret göstermiyor. Neden “nasuh” tevbesinin saf suyu ile günahların pisliklerini yıkayıp kalbini tâat ve ibadet cevherleriyle süslemiyor. Bilakis yerinmiş ahlâki kabahatler, tiksindirici düşünce ve hareketlerin hatıralarıyla kalbini berbat edip bozuyor.
Eğer halk kalbinin bu halini, bu görünmez kötülüklerini bilse ona nefret eder, sırt çevirir bir an bile onunla görüşmek istemezdi. Bu gibi insanlar (maazallah) ya bu husustaki ayet ve hadislere inanmazlar yahut hayvan ve cahiller gibi hiç bir şeyi idrak etmezler.
Üçüncü esas:
Ordusuna ve tebaasına emreden bir ülkenin padişahı ne ise, beden ülkesi için insan kalbi de odur. Bütün organlar, onun emrinde ve ona itaat ederler. Nasıl ki adalet ve doğrulukla hareket eden padişahın tebaası da doğru hareket ediyorsa vücutta baş olan kalbin doğruluğu tebaası durumunda bulunan bütün organların bu doğruluğunu sağlar. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s) buyuruyor:
“İnsanın içinde bir et parçası vardır. Eğer o doğru ise bütün vücut da doğru olur. Eğer o bozuksa beden de bozuk olur. Bu et parçası, insanın kalbidir.”
Mademki bütün organların doğruluğu kalbin doğruluğuna bağlıdır, o halde onun ıslahı ve doğruluğu için bütün dikkat ve gayretimizi harcamalıyız.
Dördüncü esas:
İnsanda, kıymetli mücevherlerle dolu bir hazine vardır ki o da kalptir. Bu hazinenin içinde çok faydalı nice pırlantalar vardır. Cenâb-ı Hakk’ın bilinmesini ve iki cihanın saadetini temin eden akıl, Allah’ın yanında insanın bütün fiil ve hareketlerine değer kazandıran basiret, yapılan tâat ve ibadetlerin kabul olmasını sağlayan hâlis (tertemiz) niyet. İnsanoğlunu diğer yaratıklardan, hatta meleklerden dahi üstün olmasını temin eden şeriat ilimleriyle diğer bilimler ve nihayet güzel ahlâk, öğünmeğe lâyık meziyetler, faziletler hep bu hazinenin pırlantalarıdır. İşte bu meziyetlerle bezenmiş insan nefsi, beşeri kayıtlardan kurtulmuş olarak tarikat, yolunda yürür ve gerçek âlemi seyreyler. O halde ey Âdemoğlu! En önemli vazifen, bu şerefli hazineyi hırsızlardan, yol kesenlerden (kıskançlık,-kibir, hırs, cimrilik, zulüm...) son derece dikkat ve gayretle korumalısın ki bu değerli pırlantalar, bu faydalı meziyetler elden gitmesin.
Beşinci esas: Kalbin hallerine dikkatle baksak onda, diğer organlarda bulunmayan şu beş hali görürüz:
Birinci hal: Bütün düşmanları ona hücum ediyor ve yıkmaya çalışıyorlar. Daima kalpte bulunan şeytan, şerri ve kötülüğü, buna karşılık iyilik meleği de hayra çağırmaktadır. Hangi çağın daha kuvvetli ise kalp, o tarafa yönelir.
İkinci hal: Kalp, çok meşguldür. Çünkü O, insanı iyiliğe çağıran akıl ile fenalığa çağıran hevây-ı nefis askerlerinin karargâhıdır. Bunlar burada, daimi çarpışma halindedirler. Bazen akıl, bazen hevây-ı nefs askerleri üstün gelir. O halde bu kaleyi korumak için düşman (hevây-ı nefs) askerlerinden temizlenmelidir ki akıl, zaferi kazansın.
Üçüncü hal: Kalp, muhtelif tehlikelere maruzdur. Gece gündüz oraya, fena düşüncelerle zararlı hatıraların okları yağmur gibi yağar. Bu yağış, bir an bile kesilmediği gibi hiç kimse de onu durduramaz. Çünkü kalp, göze benzemez ki istemediğin zaman kapaklarını kapatıp görmeyesin. Kulak gibi değil ki işitmek istemediğin vakit parmaklarınla tıkayasın. Dil gibi değil ki konuşmak istemeyince dişini sıkıp ağzını kapatasın. Zararlı düşünce ve kuruntu okları, kalbi nişan almıştır. Her taraftan oraya yağar. Durdurmaya gücün yetmez. Bütün gün fasılasız yağar hiç kesilmez. Nefs-i emmâre de bu zararlı şeylere meyillidir. Su gibi, arkasından akar gider. Bu durumda kalbin, âfet ve belâlarından kurtulmak gerçekten güç bir iştir. .
Dördüncü hal: Kalbin, gözle görünmeyen, elle tutulmayan manevî hastalıklarını tedavi edip iyileştirmek çok zordur. Bilinmeyince de tedavisine başlanamaz. O halde yapılacak şey nafiz (gören) bir bakış, çok ziyaret ve kuvvetli bir terbiye ile bu hastalığı gidermeğe çalışmaktır.
Beşinci hal: Gönül, daimi ızdırâb içindedir. Oraya, zararlı fikir ve kuruntu oklarının kesilmeden yağması sebebiyle halden hale girmektedir. Bazı zatlar, kalbin bu hareketini ateşte kaynayan bir tenceredeki suyun hareketine benzetirler. Ve kalbe bunun için bu ad verilmiştir derler. Çünkü dâimi değişme halindedir. Bu değişme ne kadar hızlı, bu sarsıntı ne kadar fazla ise başa gelen felâketler de o nispette çoktu o. Kalbin sarsıntısı diğer organlara benzemez. Onun doğru yoldan sapışını gösteren hal, önce bu sıkıntılı dünyaya bel bağlaması, hava ve heveslerine dalması sonunda da Allah’ı inkâr edip kâfir (imansız) olmasıdır. Nitekim Cenâb-ı Hakk, Kur’ân-ı Kerim’de iblis hakkında şöyle buyuruyor:
“O (iblis) ise dayatmış, kibirlenmek istemişti. (Hz. Ademe secde etmemişti) (zaten de) o kâfirlerdendir.” (Bakara, 34) Bu ayet kibrin imansızlığa sebep olduğuna işaret edilmektedir. Küfür, imansızlık ise kalbin amellerindendir.
Belâm b. Baur hakkında da şu ayet-i Kerime vardır:
“Fakat o, yere saplandı, heveslerine uydu.”(el-A‘râf, 176)
Bu ayette de dünyaya meyletmek, hava ve hevesine kapılmak kalbin işidir. Buna uyanların sonu felâkettir diye tembih ediliyor. Başka bir ayeti kerimede de şöyle buyruluyor:
“Onlar, evvelce indirilenlere (ayet) iman etmedikleri gibi bundan sonra da iman etmeyeceklerdir. Biz, onların gönüllerini ve gözlerini (ters) çevirmiş, kendilerini azgınlıkları, taşkınlıkları içinde serseri ve şaşırmış oldukları halde terk etmiş bulunuyoruz.” (el-En‘âm, 110)
Bu sebeptendir ki Allah’ın hâs kulları, kalplerinin doğru yoldan sapmasından korkar ve Allah’tan başka hiç bir şeye meyletmemeğe çalışırlar. Nitekim Cenâb-ı Hakk bu kullarına işaret ederek buyuruyor ki:
“Ey Rabbımız, bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi (Hak’tan) saptırma. Bize kendi yanından bir rahmet ver. Şüphesiz bağışı en çok olan sensin sen” (Âl-i İmrân, 8) ve yine Cenâbı Hakk, bu hâlis kullarını överek şöyle buyuruyor:
“Onlar, kalplerin ve gözlerin (dehşetle) döneceği günden korkarlar.”(en-Nûr, 37) Cenâb-ı Hakk’tan niyaz ederiz ki bizi, dünyada ibret alanlardan, âhiret işlerinde basiretli olanlardan kılsın. Kalbimizi, dilimizi ve bütün organlarımızı ıslah edip doğru yoldan saptırmasın.
Bu açıklamadan, kalbin çok önemli bir organ olduğu anlaşıldı. Islâhının ehemmiyetli, ihmalinin büyük zararlara sebep olduğu da bir gerçektir. O halde bunun ıslâh çareleri ile her an karşılaşılan âfetleri nelerdir? Bilelim ki ıslâhına çalışalım! Afetlerinden kendimizi nasıl koruyalım diye sorulsa cevabımız şudur:
Din âlimleri, bunları kitaplarında genişçe anlatmışlardır. Bunların bildirdiklerine göre insan kalbinde yetmiş güzel meziyet yetmiş de yerinmiş kötü sıfatlar ve bunlardan doğan nice iyi ve kötü fiil ve hareketler vardır. Gaflet uykusundan uyanmış, nefsinin ıslâhıyla meşgul olan dindar kişiler için bunları öğrenmek ve o yolda amel edip olgunlaşmak zor bir iş değildir. Şimdi bunları kısaca açıklayalım:
Nefislerin fitnesi, ruhların belâsı olan ve kalpteki insanlık duygularını kökünden yok eden dört âfet vardır: Uzun emel, işte acelecilik, hased ve kibirdir. Bunlara karşılık, kalbi ıslâh eden, onu insanlık duygularıyla süsleyen dört meziyet vardır: Kısa amel, işte te’enni, (acele etmemek, dikkatli hareket) nasihat ve alçak gönüllülüktür. Kalbi süsleyen ve insanlığı yükselten meziyetlerle, bozan sıfatları öğrendikten sonra bize düşen vazife bu âfetlerden sakınmak ve yüksek vasıflan kazanmak hususunda gerekli çabayı harcamaktır. Tâki gönüllerdeki kederi atalım ve asıl gayeye kolaylıkla varalım.
Uzun emel dediğimiz şey, öyle büyük bir âfettir ki nefisten usluluğu ve tâatı yok eder. Buna karşılık daimî şer ve fesadî çağırır. İnsanları belâlara, kötülüklere sürükler. Böylece uzun emel, sahiplerinde dört önemli tehlike doğurmaktadır.
Birinci tehlike, ibadete karşı gevşeklik ve tembellik gösterir. Zamanım çok, bugün olmazsa yarın kılarım daha önümüzde uzun yıllar var sonra yaparım der ve böylece ibadet etmeden ömrünü boşa geçirir derken ömür tamam olur. Dâvudu’t-Tâî der ki:
“Cehennem azabından korkan kimseye uzak, yakın olur.”
Yahya bin Muâz da der ki:
“Uzun emel, bütün iyiliklerin önünü keser. Tamah, insan haklarına riayeti yok eder. Sabrı cemil ise büyük sevaba nail eder. Nefsi emmâre ise, sahibini şerre, kötülüğe davet eder.”
İkinci tehlike, tevbeyi geciktirmeğe ve terk etmeğe sebep olur. Daha gencim tevbe etmeğe zamanım çoktur. Şimdi çalışıp kazanayım bir kaç sene olsun zevk-u safa edip şu dünyanın tadını çıkarayım ondan sonra tevbe edip sâlih amel işleyeyim der ve kendini tamamıyla dünya işlerine verir derken ecel gelir tevbe etmeden ve tasarladıklarından mahrum olarak ölür gider.
Üçüncü tehlike:
Uzun emel sahibine âhireti unutturur, hırsla mal toplamak işiyle uğraştırır ve ona şöyle söyletir:
“Gücüm, kuvvetim varken fazla mal kazanıp biriktireyim. Bir müddet sonra ihtiyarlık gelir. Zayıflar, takatten düşerim, çalışıp kazanamaz hale gelir fakir ve perişan olurum, ihtiyarlıkta yokluk zor bir şeydir. Sağlık, hastalık bizim içindir. Son günlerimde kimin kapısını çalayım. Hakaret ve aşağılık sözlerle karşılaşayım.”
Kişi, bu ve buna benzer düşüncelerle şu fani dünyaya sarılır ve mal toplamağa başlar. Malının zekâtını, sadakasını vermez o bu düşünce ve didinmede iken birden ecel yaklaşır. Vaktini boşa geçirmiş olur. Malı kendisine yılan olur. Zevki eleme, rahatı işkenceye döner. Kazanıp biriktirdiği mal dünyada kalır. Vebalini, günahını yüklenerek gider, ebediyen hasret ve pişmanlık içinde kalır. Ebu Zer el-Gıfârî der ki:
“Yetişmediğim günlerin elem ve kederi beni öldürdü.”
“Niçin seni öldürüyor” diye sordular. Şu cevabı verdi:
“Emelim, ecelimin ötesindeki günleri de tecavüz etti, aştı da ondan.”
Dördüncü tehlike:
Uzun emel, kalpleri karartır. Günahları unutturur. Âhireti akla getirmez. Çünkü uzun emellerin peşinde koşan kimse ne günahlarını hatırlar, ne ölümünü ne de mezardaki halini düşünür. Bu gibilerin düşüncesi, konuşması hep dünya, kazanç, halkla sohbet gibi boş şeylerle vakit geçirmektir. Tabiatıyla bu hal, kalbin kararmasına, katılaşmasına, âhiretin unutulmasına, günahların hatırlanmamasına sebep olur. Bu durumda olan bir insanın kalbinde saflık içinde merhamet, kafasında tevbe etmek ve âhireti düşünmek gibi dini ve insanî duygular bulunmaz. Bunlar ancak, ibadetin sevabını atmak işlenen günahların azabını, âhiretin hallerini, ölümün ızdırabını ve sonucunu düşünmekle hâsıl olur. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de Cenâb-ı Hakk:
“Bunlar, uzun ömürlü olduklarını düşünerek dünyaya sarıldılar. Kalplerin kararmasının sebebi budur” buyruluyor.
Hz. Ali (r.a) de:
“Sizin için en çok korktuğum iki şey vardır: Biri uzun emel, diğeri hevâ-yı nefse uymaktır. Çünkü uzun emel, âhireti unutturur. Hevâ-yı nefse uymak da doğru yoldan saptırır Allah’tan uzaklaştırır.” Demek ki dünya için uzun emel beslersen, gaflete dalıp tevbe etmeyi ihmal eder ve çok günah işlersin. İbadeti az kılarsın. Hırsın artar. Günahların çoğalır. Kalbin kararır.
Bu açıklamadan uzun emel kadar tehlikeli bir âfet olmadığını anladık. O halde uzun emelin âfetlerinden kurtulmak için ölümü ve ötesini, kabir azabını, ebedî hayatı düşünmek ve sıhhatime güvenmeyeyim, âhiretimi yapayım deyip temiz bir kalple ibadete sarılmak lâzımdır.
Avf ibn Abdullah der ki:
“Nice kişiler var ki belli bir zamana yetişmek isterler. Yetişemeden ölürler. İşlerini yarına bırakan nice kimseler var ki sabaha kavuşamazlar. Ecelin her an gelebileceğini düşünenlerse uzun emelden vazgeçerler.”
Hz. İsa (a.s), dünya hayatını şöyle canlandırıyor:
“Dünya, üç günlüktür. Dün geçmiştir bir daha ele geçmez. Yarın gelecektir ona kavuşabilecek miyiz, şüphelidir. O halde içinde yaşadığın bugünü ganimet bil ve değerlendir.”
Ebu Zer de der ki:
“Dünya hayatı üç saatten ibarettir. İçinde yaşadığımız saat, geçen saat gelecek saat geçen saat bir daha gelmemek üzere geçmiş gitmiştir. Gelecek saate kavuşabileceğimizi bilmiyoruz. Hakikatte dünyada bir saate maliksin. Değerini bil. Bazı âlimler de ‘dünya üç nefeslik bir zamandan ibarettir’ derler. Biri geçti, bir daha geleceği yok. O nefeste ne işledinse sana o kaldı. Biri gelmedi. Geleceği de belli değil. Bekleyenlerin niceleri ölüp gittiler. Hakikatte şu anda yaşadığın bir nefese maliksin. Değerini bil boşa geçirme. Sana neye yararsa ona harca… İster ibadetle, Allah’ı anmakla geçir, ister günah işle. Fakat aklını kullan, âhiret hayatını düşün ve ona göre hareket et. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s) de bir hadis-i şerifinde:
“Ben yere bir adım atmadım ki ölmeden evvel kaldıracağımı, ağzıma bir lokma koymadım ki ölmeden önce yutacağımı sanayım. Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki size vaat olunanlar (yapılacağına söz verilenler) mutlaka olacaktır” buyuruyor.
Ey aziz, bu söylediklerimiz üzerinde düşünsen, bu fikirleri dikkatle bir kaç gün zihninden geçirsen muhakkak uzun emel kuruntusu kalbinden silinir yerini kısa emel doldurur. Tevbe etmek için acele edersin. Tâat ve ibadet işine sarılırsın, dünyadan isteklerin azalır. Ona bağlılığın kesilir. Günah işlemekten elini çekersin. Kalbin, âhiret endişesiyle dolar. Her an ölümü hatırlarsın, Âhiret ahvâlini her gün gözünün önünden geçirirsin ve bunun sonucu olarak kalbindeki sıkıntı, karanlık yavaş yavaş gider yerine şefkat ve merhamet duygularıyla Allah korku ve inancı dolar. İbadetlerini, Allah’ın emrettiği şekilde yaparsın işlerinde doğruluktan ayrılmazsın. Böylece yarına güvenle bakar, iman dolu kalbinle âhirete göçersin, Allah’ın yardımıyla.
Rivayet ederler:
Zirat b. Ebu Evfi’yi ölümünden sonra rüyada görmüşler ve Cenâb-ı Hakk’ın yanında hangi amellerin hayırlı olduğunu sormuşlar.
“Kaza ve kadere rıza göstermek ve uzun emel beslememek” cevabını vermiş. Bütün bu açıklamadan dünyada uzun emel peşinden koşmanın felâket, ondan vazgeçip Allah’a sarılmanın saadet getirdiğini anlamış bulunuyoruz.