Muridan
Abdülkâdir Geylanî'nin Akidesi (2)

Abdülkâdir Geylanî'nin Akidesi (2)

Bilesin ki, bütün eşya, ilâhî kuvvetle hareket eder ve aynı kuv­vetle sükûnet bulur. Bir kula bunu anlamak nasib olursa, kullarda kuvvet bulmaktan istiğna duyar. Ve onları Hakk'ın kudretine ortak etmez. Ayrıca kullar da ondan rahat ederler. Çünkü yeryüzünde o, kimseyi ayıplamaz ve kimseden bir talepte bulunmaz. O kullar, büyük derecelerin sahibidir. Onlar, önlerindeki plana göre hareket ederler. Dinimizin çizdiği çerçeve dahilinde yürürler. Dinimizin emri onlara yeter. Onun verdiğini almak onlara kâfi ge­lir. İlim yolları ile kullara yol gösterirler. Karihalarından kimseye bir şey demezler. Kullara bir şey söylerken ilimle hikmeti de birleş­tirirler.

 

Bu konuşmanın tarihi yoktur. Bundan önceki meclisin devamı olması mümkün.

 

Allah Teâlâ, kulların yaptığını görür; buna inanmak icap eder. Hiçbir hüküm o görmeyi bozamaz. O'nun görmesi asıldır. Sonra O'nun görmesi, aklı bütün olan herkes tarafından arzu edilen şey­dir. O'nun görmesi olmasa yaratılmışların hâli nice olur?

Hak Teâlâ yaptığından sorumlu değildir. Kullar hep sorumlu­dur. Hak Teâlâ kulların yaptığını görmese, bilmese, neyi soracak? Hak Teâlâ, her şeyi bütün inceliği ile görür. Bu, her iman sahibinin mutlaka inanması gereken bir mevzudur. Tevhid ehli ve Allah'ın kudretine ikan yolu ile iman eden ve razı olan kişi, kalbi ile bunları tasdik eder. Kadere ve verilen hükme uyan kişi, kendisi ve başkası için olan her şeye boyun eğer. Sabırla karşı koyar. Kullara değil, Hak Teâlâ'ya sığınarak kurtuluş çarelerini arar.

Cenâb-ı Hak, senden de, yapacağın sabırdan da müstağnidir. O yalnız senin tutumunu gözetir. İman yolunda tuttuğun davanda doğ­ru musun, yoksa yalancı mısın?

Sadık sevgi sahibi, herhangi bir şeye sahip olmaz. Her şeyini sev­gilisine bırakır. Sevgi ve dünyalık toplamak, bunların ikisi, bir kal­be sığmaz. Hak Teâlâ'yı seven de böyle olur. Mademki yalnız O'nun sevgisini kalbinde taşıyor, o halde nefsini, malını, sonunu, O'na bırakır, ne kendisine ne de başkasına seçtiği bir şey olur. İman sahibi bilir ki, kendisinin ve başkasının sahibi Allah'tır. O hâlde ne ister? Bir şey yapılacaksa Hak Teâlâ en iyisini yapar.

Hak Teâlâ'yı yaptığı işler için itham etme. Aceleci olma. Cahil olma, cimri olma. O'nun katından çıkacak bir şey varsa, sana gelir. O'na teslim olmayı bil.

Bütün yönler kapanır. O'nun kapısı açık kalır. O'nun kapısına girersen bütün kâinata sahib olursun.

Senin sevgin gelişemez! Ancak bir şartla; o da, Hak Teâlâ'dan gayri bütün ciheti kendine kapalı tutmak. Sana yalnız O'nun cihe­ti kalmalı. Sen O'na yönel ve yalnız O'nu sev. O sevgilin, kalbini te­mizlemeyi iyi bilir. Arş'tan yerin derin katına kadar inen yaratılmış­ların hiçbiri sana tesir edemez. Hepsi sevgili kudreti ile atılır, gider.

Dünyayı sevme, âhireti isteme. Onlar kalbinden uzak dursun. Dünyada çalış, öbür âleme göç ettiğinde cennete koyarlarsa gir.

Mecnun gibi olmalısın. O, kalbinde sevgi yer ettiği zaman halk arasından çıktı. Yalnız olmayı istedi. Vahşî hayvanlarla yaşadı. Şe­hirleri terk etti, harabelere gitti. Halkın ne övmesini dinledi, ne de kötülemesine kulak astı. Kulların konuşması ve sorması ona farksız oldu. Övmeleri hiç olduğu gibi, kötülemeleri de sıfıra düştü.

O Mecnun öyle anlar geçirdi ki, sordular:

“Sen kimsin?” Söyledi:

“Leylâ...”

“Neredensin?”

“Leylâ...”

“Nereye?”

“Leylâ...”

Başkalarını gözü görmüyordu. Başkalarını işitmeye kulağı da­yanmıyordu. Artık o bu hâlinden dönemezdi. Yüz çevirenler, onun Mecnunluk hâlinden anlamadılar.

Şu şiir ne güzel söylenmiş:

Bir ülkede ki, nefisler koşar boşa
Halkı, soğuk demiri döver daim boşa.

Bu kalp Hak Teâlâ'yı bilirse, sever. O'na tam yakınlık duyar. Yaratılmışlar onu ilgilendirmez. Ve ruhuna huzur veremez. Maddî olan her şey ona ağırlık verir. Yemek, içmek vs. şeylerle tatmin ol­maz. Şehir hayatı onun için önem taşımaz. Kalbi huzur içinde olduk­tan sonra, harabeler de ona çok gelir. İlâhî emirler dışında hiçbir şey, Hak irfanına sahib olan kalbi bağlayamaz. Her hâli bir prensi­be bağlıdır. Fiil tecellisi onu garketmiştir. Sadece kaderin gelişine bakar; başka şeyleri bilmez.

Allah'ım rahmet elini bizden çekme; dünya denizi bizi boğar. Mevhum varlığımız bizi yere serer. Ey keremi bol, reyinde isabetli ve geçmiş hükümlerin sahibi, bize yetiş.

Ey evlat! Sözlerimi iyi anla ve amel et. Dediklerimi anlamak ko­lay değildir. Ancak bilfiil tatbikat yapmak lazımdır. Tatbikat her şeyde elzemdir. Yapılmasını sevdiğim şeyleri yapmayan, sözlerimin devamını dinleyemez ve anlayamaz. Hakkımda iyi düşünce beslemeyen, sözlerimin doğruluğuna inanamaz. Bir sözle ki, iş yapılmaz, o söz ne ile ve nasıl anlaşılır?

Ebû Hureyre (r.a), Peygamber (s.a.v) Efendimiz’den işittiği şu hadîs-i şerifi rivayet eder: “Bir kimse, Allah'tan hoşnut olarak sıtmalı bir gece geçirse, anadan doğduğu gün gibi günahtan çıkar.”

Bu günlerde sana bir şey gelmez oldu. Yola gelmen için biraz daralman lazımdır. Başka türlü olmayacak.

Ashâb-ı Kirâm'dan Muaz (r.a) bazen ince ve derin dinî mese­lelere işaret eder, şöyle derdi: “Geliniz, bir anımızı imanlı geçirelim.” Bunun mânası: “Geliniz, bir anlık olsun zevk âlemine dalalım; geliniz, o yüce kapıdan bir anlık olsun içeri girelim.”

Bu kelâmı ile Muaz (r.a) her şeye esas nazarla bakılmasını ve yakîn gözü ile görülmesini isterdi. Zahirde her İslâm adını alan, iman sahibi olamaz. Derin, ince ve önemli meselelere akıl yorması ve an­laması lazımdır. Benliğinde ilâhî bir yakınlık duymayan da iman sa­hibi olmaz. Muaz (r.a) bunları iyi bilirdi. Sözlerini bilgisine göre söylerdi.

Sözü, Peygamber (s.a.v) Efendimiz’e şikâyet yollu duyuruldu: “Sanki imanımız yok mu da, bize Muaz böyle diyor?” Bunun üzerine Peygamber (s.a.v) Efendimiz şöyle buyurdu.

“Muaz'ı haline bırakınız.”

Ey nefse ve şeytana tapan, dünyaya kul olan, senin kullar ya­nında kıymetin yok; Hak katında da önemin kalmadı. Salih kullar yüzüne bakmaz oldular. O salih kişiler âhiretin nimetine tapanı bi­le sevmezler; sen dünyaya tapar oldun; bakarlar mı yüzüne?

Yazık, hâline acı; işin dil kalabalığı ile geçiyor. Onunla eline ge­çen şeyi alma. Sözü bırak, işe bak. Sen başkalarına göre yalancısın; ama doğruluktan dem vuruyorsun. Şirk ettiğin bilindiği hâlde, tas­dik ettiğini vehmediyorsun.

Doğruluk, karışık işler arasında olmaz. İşlerin çürük; ama her işini cevherli sanmaktasın.

Şu anda seninleyim; senin iyiliğin için meşgul olmaktayım. Ya­lan söylemeni yasak ediyorum. Doğru söylemeni emrediyorum. Elim­de üç âlet var. Her şeyi bunlarla ölçmekteyim. O ölçüler; Kitap, Sün­net ve kalbimdir. Bunlarla bütün iyiyi, kötüyü bilirim, anlarım. Kal­bimle, kalıpların durumunu sezerim. Yaptıkları işe bakarım. Bir kalbin her şeyi olduğu gibi bilmesi için, Kitap ve Sünnetle amel etmesi icap eder. İnsan, kâmil olabilmesi için, Peygamber (s.a.v) Efen­dimiz’e tam uymalı; Kur'an yolunu tutmalıdır. Başka kurtuluş yolu yoktur.

Bilgi ile amel etmek, ilmin süsüdür. Bilgi ile amel kalbi sağlam kılar ve temizler. Kalp sağlam olursa, bütün duygular sağlam olur. Kalp temiz olunca da bütün duygular ona uyar. Kalbe süsler açılın­ca, dış duygulara da verilir. O öyle bir et parçasıdır ki, sağlam olur­sa bünye de sağlam olur.

Kalbin sıhhati, Yaratan'la kul arasındaki muamelenin dürüstlü­ğüne bağlıdır. O muamele bir sırdır. Bazen bir kuş gibi uçar gider. Kalp bir kafestir, sağlam olursa kuşu tutar. Kalp de bir kuştur; onun kafesi ise bünyedir; sağlam olursa kalp orada durur. Bünye de bir kuştur; kafesi ise kabirdir. O öyle bir kafestir ki, ondan kaçıp kurtul­mak imkânsızdır. Herkes oraya girer. Oranın darlığından kurtulan­lar ise, iman sahipleridir.

Top