Muridan
Sûfiyye – İmam Kuşeyrî (k.s)

Sûfiyye – İmam Kuşeyrî (k.s)

“Sûfıyye” ismi mutasavvıflar taifesinin adı haline gelmiştir. Müfredinde, sûfi adam denilir. Sûfiler cemaatine ise sûfiyye adı verilir. (İrâdesi ve cehdi ile benzeme yolu ile) bu mertebeye vâsıl olmak isteyenlere mutasavvıf, mutasavvıflar topluluğuna ise “mutasavvıfa” ismi verilmektedir. Bu ismin Arapça olduğunu gösteren ne bir kıyas, ne de bir iştikak (kök) mevcuttur. En açık olan görüşe göre, bu isim lakap gibidir. Bu ismin “sûfiyûn”dan geldiğini söyleyenler vardır. Bunlara göre bir kimse kamîs (gömlek) giydiği zaman “takammese” denildiği gibi, yün (sûf) giydiği zaman da “tasavvafe” denir.

 Bu bir izah şeklidir. Fakat sûfiler taifesi özellikle “sûf/yün” giyinmiş değillerdir, sûf onlara mahsus da değildir.

 Sûfiyye, Rasûlullâh (s.a) mescidinin “suffasına” nispet edilmiştir, kanaatinde olanlar vardır. Fakat suffa kelimesinin nispeti sûfî şeklinde değildir (sûffi şeklindedir).

 Sûfi kelimesinin “safa” kökünden geldiğini ileri sürenler olmuştur, fakat sûfî kelimesinin safa kökünden türetildiğini söylemek lügat kaideleri içinde uzak bir ihtimaldir (Safa kelimesinin nisbesi safavîdir).

 Sûfi kelimesi “saff” kökünden türetilmiştir, diyenler olmuştur. Bunlara göre sûfîler (Allah’a yakınlık bahsinde) ilk saffta bulunurlar Bu mâna doğrudur. Fakat lisan kaideleri bu kelimenin saff köküne nisbet edilmesini icab ettirmemektedir (zira saff’ın nisbesi saffî’dir).

 Sûfîler taifesi mahiyetlerini tayin edecek bir lâfız kıyasına ve iştikakı hak etmeye ihtiyaç hissetmeyecek kadar meşhurdur.

 Ulema, mana ve ıstılah olarak tasavvuf nedir? Sûfi kimdir? sorusuna; giyim olarak değil, dinî yaşayışı ile ileri bir merhaleye ulaşan bazı seçkin zevat (evliya, havas) için hususi bir muamele olarak ileri sürmüşlerdir.

 Genellikle sûfînin, sûf (yün)dan geldiği kabul edilir.

 Onun için Allah izin verirse burada bu konuda görüş beyan edenlerin fikirlerine “işaret” derecesinde temas edeceğiz.

 Ebu Muhammed Ceriri’ye: Tasavvuf nedir? diye sorulunca şu cevabı vermişti: “Güzel ve yüksek olan her nevi huylara giriş yapma çirkin ve aşağı olan her nevi huylardan çıkış yapma mânasına gelir”. (Güzel huy edinme, kötü huydan kaçınma, tahalli, tehallî).

 Ebu Muhammed Mar’aşî anlatıyor: “Şeyhime tasavvufun ne olduğu sorulunca dedi ki: Tasavvufun ne olduğu sorulduğu zaman Cüneyd şöyle demiştir: Tasavvuf, Hakk’ın seni senden öldürmesi ve kendisi ile diriltmesidir”. (Nefsini görmeden öldürmesi, kendi zikri ile ihya etmesidir. Nefsinden fâni olman Hakk ile beka bulmandır).

 Hüseyn b. Mansur (Hallaç) a: Sûfî kimdir? diye sorulmuş. O da: “Sûfî ,zât itibariyle tek ve yalnızdır, kimse onu kabul etmez, o da kimseyi kabul etmez”, (Hep Hakk ile meşguldür, halk ile meşgul olacak ve konuşacak vakti yoktur, eşsizdir), demiştir.

 Ebu Hamza Bağdadî şöyle der: “Hakiki sûfî zengin iken fakir, aziz iken zelil, meşhur iken meçhul; sahte sofu fakir iken dünya zengini, zelil iken aziz ve meçhul iken meşhur olur”.

 Amr b. Osman Mekki’ye, tasavvuftan sorulmuş. O da: “Kulun her vakitte, o vakit içinde işlenmesi en uygun olan amelle meşgul olmasıdır” diye, cevap vermişti.

 Muhammed b. Ali Kassab şöyle der: “Tasavvuf, şerefli (kerim) bir zamanda, şerefli bir insandan, şerefli bir toplulukla bulunurken zuhur eden, şerefli huylardır” (Allah bir şahsı ahlaken tam ve mükemmel bir hale getirmiş, başkaları ona tâbi olmuş, tutulan yola tasavvuf, bu yolu tutanlara da sûfiyye denilmiştir).

 Semnûn’a tasavvuftan sorulunca: “Ne bir şeye mâlik olman, ne de bir şeyin sana mâlik olmasıdır”, demiştir. (Mâlik ve memlûk olmamandır, mal mülk ve iddia sahibi olmaman, şehvet ve ihtirasa esir düşmemendir. Fakir fakat hür olmandır).

 Ruveym’e, tasavvufun ne olduğu sorulmuş. O da: “Allah Taâlâ’-nın murâd ettiği şey üzerine, esirgemeden kendini salıvermen ve onun irâdesine mutlak olarak teslim olmandır”, demişti.

 Cüneyd, tasavvuf nedir? sorusuna şu cevabı vermiştir: “(Maddî ve nefsani şeylerden) alâkayı keserek Allah ile beraber olmaktır”.

 Ruveym b. Ahmed Bağdadî der ki:. “Tasavvuf şu haslet ve özellikler üzerine kurulmuştur: Fakr ve Allah’a muhtaç olma esasına yapışmak ve halkın elinde bulunandan ümit kesmektir”, (Arif ve zâhid olmaktır) demiştir.             .

 Hamdun Kassar, “Süfilerle yoldaş olunuz. Çünkü onlar (tarafından) yapılan kötü hareketler için birçok tevil ve mazeret bulurlar”, demiştir. (Başkalarını mazur görerek affeder, kendilerini ve nefislerini kötüler ve kınarlar).

 Harraz’a tasavvuf ehlinden sorulunca şöyle demişti: “Bunlar öyle bir zümredir ki, razı olana kadar ihsana garkolmuşlar, sonra (Allah’tan başkasına iltifat etmekten) men olununca kendilerini kaybetmiş ve fâni olmuşlar, daha sonra da sırlarından kendilerine; halka deyiniz ki: Ne olur, maksadımıza ulaşamadığımız için bize ağlayınız, diye nida olunmuşlardır”.

 Cüneyd, “Tasavvuf, sulhu olmayan bir savaş (mücâhede) dır”, demiştir.

 Cüneyd, “Süfîler bir ailenin fertleri gibidir, yabancılar aralarına giremez”, demiştir. (Maksatları bir, gayeleri yüce, ahlâkları yüksek olmaları hasebiyle başkalarından ayrılırlar, başkaları bu vasıflara sahip olmadıkça aralarına giremez).

 Cüneyd, “Tasavvuf, (kalp huzuru, murakabe hali ve) dağınık olmıyan zihinle Allah’ı zikretmek, semâ ile vecde gelmek ve sünnetle uygun şekilde amel etmektir”, demiştir.

 Cüneyd, “Sûfi yer gibidir, kötü olan her şey onun üzerine atılır, ama ondan güzel olandan başka bir şey çıkmaz”, der.

 Cüneyd, “Sûfî yer gibidir. îyisi de, kötüsü de ona basar, çiğner (halkın yükünü sırtında taşır); bulut gibidir, her şeyi gölgelendirir; yağmur gibidir, her şeyi sular”  (adam tefrik etmez).

 Cüneyd, “Zahirine önem veren bir sûfi gördün mü, bil ki bâtını haraptır”, demiştir.  (Çünkü zahir halkın, bâtın Hakk’ındır).

 Sehl b. Abdullah’a: Sûfi kimdir? diye sorulunca: “Kanını heder, malını mubah görendir”, demiştir. (Malını ve canını Hakk ve halk için kurban edendir: Fedâ-yı can ve fedâ-yı mal).

 Nuri der ki: “Süfînin vasfı, bulamadığı zaman sükûn ve huzur içinde olması, bulduğu zaman başkasını kendine tercih etmesidir” (îsâr).

 Kettani der ki: “Tasavvuf ahlâktır, ahlaken senden önde olan tasavvuf bakımından da önde olur”.

 Derler ki: Çirkin olan şeylerin en çirkini, cimri sûfîdir. (Zira sûfideki cimrilik maddeyi ve dünyayı hırsla sevdiğine delâlet eder).

 Derler ki: Tasavvuf, boş el ve hoş gönüldür. (Zühd ve rızâdır).

 Ebu Mansur, “Sûfi, Allah Taâlâ’dan işaret verendir. Çünkü (istikâmet üzere olan zâhidler ve) halk Allah Taâlâ’ya işaret etmektedir”, demiştir. (Sûfî nail olduğu bütün lütuf, ihsan ve feyizler için “bunlar Allah’tandır”, der. Halk ise: Allahım! Şu şu nevi kötü hallerimi düzelt, diye Allah’a işaret ederler. Arif kendinde bir şey görmez, her şeyi Allah’ın bir ihsanı olarak görür, zâhid düzeltmek maksadıyla hep nefsiyle uğraşır).

 Şiblî, “Tasavvuf, kaygısızca Allah ile bulunmaktır”, der. (îlâhî irâdeye teslim olarak dertten kurtulmaktır, rızâ hâlidir).

 Şiblî, “Sûfi, halktan ayrılmış, Hakk’a bitişmiştir. (Halktan mün-kati’, Hakk’a muttasıldır). Nitekim Hakk Taâlâ, ‘Seni kendime tahsis ettim’ (Tâhâ, 20/40) buyurmak suretiyle Hz. Musa’nın mâsivâ ile olan alâkalarını kestikten sonra ona: ‘Beni göremezsin’, demiş. (Böylece onun şevkini ve tahassürünü tahrik etmiştir).

 Şiblî, “Süfiler Hakk’ın kucağında bulunan bebeklerdir”, der. (Kendilerini terbiye eden ve yetiştiren Hakk Taâlâ’dır, onlar tufeylidir).

 Şibli, “Tasavvuf, dehşet veren yakıcı bir (iştiyak) ateşidir”, demiştir. (Kurb-ı Sultan âteş-i sûzandır).

 Şiblî, “Tasavvuf, âlemi (insanın hoş ve güzel) görmesinden muhafaza edilmesidir”, demiştir.

 Ruveym, “Sûfiler (yekdiğerini irşad ve ikaz konusunda) fütur getirmedikçe hayır içinde bulunurlar, (Halkın itiyadı üzere olmaya) sulh oldular mı artık onlarda (ve sûfîliklerinde) hayır yoktur”, demiştir.

 Ceriri, “Tasavvuf, hâlleri murakabe etmek ve edebe sıkı bir şekilde sarılmaktır”, demiştir. (Zâhid amelini, arif hâlini murakabe eder).

 Müzeyyin, “Tasavvuf Hakk’a boyun eğmektir”, demiştir.

 Ebu Türab Nahşebi, “Hiç bir şey sûfîyi bulandırmaz ve kederlendirmez, her şey sûfî ile saflaşır ve durulur”, demiştir.

 Derler ki: Talep sûfiyi yormaz, sebep onu rahatsız etmez, (zira o rızâ ve teslimiyet halindedir).

 Vâsıti (r.a.), “(Eski) sûfîler işaretle konuşurlardı. (Bunu onlara yakın olandan başkası anlamazdı), sonra (dereceleri düştü, zaafları sebebiyle varidata dayanamadılar ve) hareket etmeye başladılar, sonra (dereceleri daha da düştü ve) ellerinde hasretten başka bir şey kalmadı”, demiştir.

 Nuri’ye: Sûfî kimdir? diye soruldu. Şöyle dedi: “Semâ’ı dinleyen ve sebepleri (emir ve nehye riayeti) ihtiyar edendir”.

 Ebu Hâtem Sicistânî (r.a.) den işittim: “Ebu Nasr Serrac; Husri’ye: Size göre sûfî kimdir? diye sormuş. Husrî de: Arzın taşıyamadığı ve semânın gölgelendiremediği kimsedir, demişti”. Üstad Ku-şeyrî der ki:   Husri bu sözü ile sûfînin mahv hâline işaret etmiştir.

 Derler ki: Sûfî güzel olan iki hâl veya huy ile karşılaştığı zaman daima en güzelini tercih eden kişidir.

 Şibli’ye: Sûfiyye’ye neden bu isim verildi? diye sorulunca, şöyle cevap vermişti: “Üzerinde nefsaniyetlerinden bakiyye ve kalıntılar bulunduğu için. Bu bakiyye olmasaydı onlara bir isim vermek imkânı olmazdı”. (Saf ve halis hakikatin ismi ve şekli yoktur).

 Ebu Hâtem Sicistâni’nin, Ebu Nasr Serrac’dan şunu naklettiğini duymuştum: “îbn Cellâ’ya, sûfî diyorlar, bunun  mânası nedir? diye sorulmuş. O da: Bunun ilmî ölçülere göre tarifini bilmiyoruz, fakat şunu bilmekteyiz: Bir kimse fakir olur, sebeplerden tecerrüd eder, mekansız olarak Allah ile bulunur ve Allah Teâlâ hiç bir mekânın bilgisini ondan esirgemezse, o zata sûfî denir”, demişti.

 Bazılarına göre tasavvuf makam ve mevkiin bir tarafa atılması, dünya ve âhirette yüz karalığıdır. (Sûfî nefsine ait ihtiyaçların dünyada ve âhirette görülmesi haline razı olmaz, bununla kanaat etmez, onun Hakk’tan başka isteği yoktur).

 Ebu Yakub Müzâbili, “Tasavvuf, içinde beşeri alâmet ve emmarelerin yok olduğu bir hâldir”  der.

 Ebu Hasan Seyrevânî, “Sûfî, evrâdla değil, varidatla bulunan zattır”, demiştir, (Zâhid virdi ile, arif varidi ile meşguldür).

 Üstad Ebu Ali Dakkak (r.a.) in şöyle dediğini işitmiştim: “Bu konuda söylenen sözlerin en güzeli sûfilerden birine ait olan şu sözdür: Bu yol, Allah’ın, ruhları ile mezbeleliği süpürdüğü insanlar zümresinden başkasına uygun değildir”. (Yani Allah bunların ruhlarındakileri süpürüp temizler.

 Halk sufiliğin manasını bilmedikleri için hor ve hakir görürlerdi).

 Üstad Ebu Sehl Su’lûkî, “Tasavvuf, itirazdan vazgeçmektir” (Arzunuzun aksine cereyan eden kadere itiraz etmeyiniz, her şeyi hoş karşılayınız), demiştir.

 Husri, “Sûfi var olduktan sonra yok, yok olduktan sonra var olmaz”, demiştir.

 Üstad Kuşeyri der ki: Bu müphem ve muğlak bir ifadedir. “Yok olduktan sonra var olmaz”, demek; nefsani âfetlerden fânî olursa, bu âfetler (ve kötü huylar) bir daha kendisine dönmez; “var olduktan sonra yok olmaz”, demek, O Hakk ile meşgul olduktan sonra, halkın değer vermemesi ile itibardan düşmez, hadisler ona tesir etmez, demektir.

 Sûfi, Hakk’tan gelen tecelliler sebebiyle kendinden geçen (istilâm ve istiğrak hâlinde bulunan) kimsedir, denilmiştir.

 Sûfi, rubûbiyetin tasarrufuna mahkûm olduğu halde, ubudiyet tasarrufu ile gizli halde bulunan zattır. (Sûfi, Rabbının irâdesi altındadır, fakat kulluk görevlerini yaparak bu halini gizler) denilmiştir.

 Sûfi değişmez, şayet değişirse bulanmaz, denilmiştir. (Hafifçe dalgalanır ve hemen durulur, hâdiseler ona pek az tesir eder).

 Harraz diyor ki: “Bir cuma günü Kayravan camiinde bulunurken saflar arasında dolaşan bir adamın: Bana sadaka veriniz, ben sûfi idim, fakat (hâl bakımından) zayıfladım, dediğini gördüm. Bir miktar bir şey verdim. Lâkin adam bana: Yanımdan savuş, yazık sana! İstediğim bu mu idi? diye çıkıştı ve bahşişimi almadı”. (Sûfi makamından aşağı indi mi tekrar oraya çıkmak için zillet, meskenet ve fakr gösterir, bu zat zahirde zelil olarak halk ile, bâtında ise Hakk ile bulunuyordu. Kaybı maddi değil, manevi idi).

 Kuşeyrî Risâlesi

Top