Semâvât ve arza, emanet yüklenmek murâd olundu da onlar kabul etmediler, mazeret beyan ettiler, “Biz yapamayız ya Rab, bizi mazur gör!” diye yalvardılar, yakardılar. Cenâb-ı Allah da onların bu mazeretlerini kabul buyurdu. İnsan bu emaneti yüklendi.
Bu ifadeler, yani “emanetin dağlara yüklenmek istenmesi” Kur´ân´ın ifadesidir. Bu emanete kim ne kadar riayet ediyor hususu da ayrı bir konudur. O husus Ceza gününde ortaya çıkacaktır.
Tevdi edilen emanette ne kadar esrar mevcuttur, bunların bilinenleri varsa da bilinmeyenleri de vardır.
Ağırlaşan hayat şartları, fertler üzerinde kötü tesirler meydana getiriyor. Dinin emirleri çiğneniyor, haramlar işleniyor. Cemiyetler hallaç pamuğu gibi atılmış… İçki, zina, faiz, adam öldürme, her gün ortaya çıkan envai çeşit günahlar insanlığı derinden etkilemektedir.
Teknolojinin getirdiği yeniliklerin faydaları yanında tahrip edici zararlarının olduğu artık apaçık ortadadır. Bir lokma ekmek için, az bir menfaat temin maksadı ile birbirlerini boğazlayanlara, şehirleri köyleri yıkıp yakanlara, küfre hizmet edenlere, güzellerin en güzeli son din İslâm’ı bırakanlara, bâtıllar peşinde koşanlara ne demeli! Gerçek şu ki, bu devirde uhuvvetimizi sağlamlaştırmalıyız. Fakirleri gözetmeli, sadakalarımızla ve hayırlarımızla yaradan yüce Mevla’ya bir adım daha yakın olmalıyız. O bize yakınlardan daha yakındır. İnsanların O´ndan kaçmaları anlamsızdır.
Kaçalım ama nereye kadar
Kaçalım ama ne zamana kadar
Kaçalım ama dünyanın dışına çıkamayacağımıza göre, o halde kaçış ya da kurtuluş yok! Ne zamana kadar, ha bugün ha yarın diyerek kaçsak da, seneler tükenir, ömrün de sonu gelir. Bir de bakarsın ki seneleri içine alan ömür tükenmiştir. O halde kurtuluş da yok. Dönüş O´nadır. Şunları dikkatli okuyalım ve unutmayalım.
“Kul bana nafilelerle yaklaşır. Böylece o kulu severim. Gören gözü, işiten kulağı, tutan eli, yürüyen ayağı olurum.”
İşte böyle buyurmuş Rasûlullâh Efendimiz…
Şimdi sormanın tam yeridir. Göz, kulak, el, ayak ne işe yarar? Bunu hep biliyorsunuz. Burada dikkatimizi çeken bir anlatım var. El ve ayaklar yanında, beş duyu organlarından gözle kulak örnek verilmiş. Koku alma duyusu burun, dokunma duyusu deri, tatma duyusu dil muaf tutulmuş gibi duruyor. Hadi el ayakla da dokunma duyusuna zımnen işaret var denilirse de, kudsi hadiste daha kim bilir ne derin manalar gizlidir.
Emaneti muhafaza sadedinde, kimseye haksızlık etmemek, zulmetmemek, haksız yere cana kıymaktan uzak durmak, gıybet etmemek, nemimeden, buhtandan sakınmak, kul hakkına tecavüz etmemek gerekir. Bunlardan kaçınırken, malını, dinini, namus ve haysiyetini muhafaza etmek, neslini korumak da emanet olarak sırtımıza yüklenmiştir. Haksızlığa uğramışız, malımız elimizden alınmak isteniyor, vermemişiz, bunun için gerekeni yapmışız, bundan dolayı da çevremizdekiler bizi ayıplamış, kötü olarak tanıtmış, aleyhimizde iftiralar yapmış, yalan söylemişse, yapanlar kul haklarını üzerlerine geçirmişlerdir. Yahut malımızı, canımızı korurken ölmüş olursak şehid oluruz. Bu uğurda öldürmüş olursak nefs-i müdafaa olacağından indallah günahkâr olmayıp, sorumlu değiliz. Tam aksine me´cur bile oluruz. Dağdaki çoban sürüyü gasp etmek isteyen eşkıyayı öldürürse, mesul değil, oturduğu evine baskın yapıp öldürmek isteyen kişiyi ev sahibi öldürse, yaralasa günahı yoktur. Öldürdüğü için sorumlu değildir. Başını kırıp, gözünü kör etse şer-i ahkâmda kadı ona ceza vermez, kendisine göz, diş gibi azalara verilen zararlardan dolayı da diyet ödetilmez. Çünkü insanın malı canı muhteremdir. Nahak yere onlara dokunmaya kimsenin hakkı yoktur. Aynı şekilde vatanımız mukaddes varlıklarımızdandır.
Yukarıda gıybet, nemime olarak geçmişti. Bazı fâcir kimseler din, devlet, millet aleyhinde konuşuyorlar. Bunların kötülüklerini, yaptıkları veya yapacakları şenaatleri ifşa edip anlatmak, ne gıybettir ne de günahtır. Tam aksine bunları anlatmak herkese tanıtmak üzerimize düşen bir görevdir ki, âlem şerlerinden sakınsın. Bu hususta Aleyhissalâtu Vesselam Efendimiz’in emri açıktır.
“İnsanlar kendilerinden korunup sakınmaları için fâcirler içlerinde olan ne varsa bunları insanlara teker teker söyleyiniz.”[Suyûtî, Câmiu’s-Sağîr, 1117]