Muridan
Seyr-u Süluk

Seyr-u Süluk

Tasavvufta, manevî yolda yürümeye ve bu alanda geçirilen manevî merhalelere genel olarak seyr u sülûk ismi verilmiştir. Esâsen seyr ve sülûk kelimelerinin lügat anlamı birbirinden pek farklı olmayıp, her ikisi de “yolda yürümek” manasına gelir.

 
Kişi, tarikata girerek (el alarak) seyr u sülûke başlamış olur. Konunun teferruatına girmeden önce Abdülkâdir Geylâni’nin bu husustaki genel bir değerlendirmesini vermek istiyoruz. O bu konuda şöyle der:
“Bu tarikata nefis ve hevâ ile değil, hüküm ve ilim ile güce ve kuvvete güvenmeyi terk ederek, selâmete sarılarak, aceleyi bırakarak girilir. Bu yolda acele ile yürünmez. Onda elden tutan, yol gösteren birine, sabra, zorluğa göğüs germeye ve mücâhedeye ihtiyaç vardır. Marifet pâdişahlarıyla arkadaş olursan, onlar sana irfan öğretirler, ağırlıklarını taşırlar... Muhip isen atlarında yedeklerine alırlar. Mahbup isen onlar senin yedeğin olur. O zevki tadan bilir. Ehliyetli kişilerle oturmak bir nimettir. Ağyar, yalancı ve münâfıklarla oturmak ise bir cezadır. Kendini murâkabe et. Hakk’ın ve halkın hukukundan nefsine gerekenleri edâ et. Dünyada ve âhirette hayrı istiyorsan, kendi üzerinde Allah’ın ilmini gözle. Nefsini Allah’ın emrettiğini yerine getirmeye, nehy ettiğinden kaçmaya alıştır. Onun âfet ânında sabır, kazâ ve kader ânında rıza, nimet ânında şükür yolunu tutmasını sağla. Böyle yaparsan engeller önünden kalkar ve Allah ile senin aranda sohbet (yakınlık, dostluk) kurulur. Yol arkadaşını, yardımcıyı bulursun. Her nereye dönsen, seni takip eden hazineyi yakalarsın.” (el-Fethu’r-Rabbanî, 242)
 
Buradan da anlaşıldığı gibi Abdülkâdir Geylânî seyr u sülûkun iki tarafı üzerinde durur. Birincisi ferdî yön -ki bu nefistir,- ikincisi de içtimâi yöndür -ki bu da çevre, yani arkadaş ve yakınlar grubudur. İnsan, nefsini murâkabe altında tutmaya çalışırken, onun destekçileri olabilecek, ona menfî yönde tesir edebilecek çevreden de, en azından belli bir seviyeye gelinceye kadar uzak kalmalıdır.
 
Bu genel çerçeveden sonra şimdi biraz daha teferruata inebi­liriz.
Abdülkâdir Geylânî seyrin kalp ile yapıldığına (a.g.e.,314) dikkat çekerek, Hak tarîkına sülûk etmek isteyenin sülûkten önce niyeti­ni temizlemesi ve güzelleştirmesi gerektiğini, çünkü nefsin kötü edepli olduğunu, kötülüğü çokça emrettiğini (nefs-i emmâre) Yusuf Suresi, 53. belirtir. (el-Fethu’r-Rabbanî, 210)
 
Yine “tarîkata yeni girmiş kişiye en başta gerekenlerden birisi de, tarîkatın esâsı olan sahih bir itikattır. Bu itikat resûllerin, nebilerin, sahâbenin, tâbiînin, ehl-i sünnetin, selef-i sâlihînin, evliyânın ve sıddıkların itikadıdır.” (el-Gunye, II/163)
 
“Bu itikat ile mübtedî ilm-i hakikati elde eder. Mücâhede ile hakîkat yolunda yürümeye muvaffak olur. Sonra da Allah’a ulaşıncaya kadar ayağını onun izniyle kaldırıp, onun izniyle basma derecesinde, Allah’a karşı ihlâslı olmalıdır. Kınayanların kınamasıyla maksadından vaz­geçmemelidir. Sâdık vaadinden asla dönmez.”
 
“Hak yolda yürümek için imana, sebatlı olabilmek için de îkâna ihtiyaç vardır. Bu tarîkatta sülûkun başı hemeyân (gözyaşı dökmek) sonu ise gerçek imandır.” (el-Fethu’r-Rabbanî, 126)
 
Abdülkâdir Geylânî tasavvuf yoluna yeni sülûk etmiş kişiyi kuş yavrusuna benzeterek, evvelâ ferdin kendi benliğinden sıyrılmasının önemine işaret eder. Ona göre nasıl ki, kuş yavrusu yiyecek temini hususunda anne ve babasına muhtaç ise, mübtedî de bu yolda kendi varlığından sıyrılarak, kendisini manevî bakımdan gıdalandıracak kimselere teslim etmek zorundadır. Bu yolun başlangıcı sebeplere riayet etmek, sonu da müsebbibi görmektir. Güç, kuvvet ve esbâba güvenme ile İslâm, iman, îkân ve tevhîd bir arada bulunamaz. Bu iş dava ile yürümez. (a.g.e., 290)
 
Sâlik bu yolun başlangıcında gayretlidir, çalışkandır. Gayesine ulaşmaktan başka bir düşüncesi yoktur. Hedefine kendini tam anlamıyla teksif etmiş, ona ulaşmak için çalışıp, çırpınmakta, onun uğrunda kendisine verilen her görevi yerine getirmeye azamî çaba sarf etmektedir. Bu itibarla sürekli hareket hâlindedir. Sükûnet nedir, bilmez. Sükûnet ancak yolun sonuna ulaşınca olur. (a.g.e., 241)
 
Onun için yolun sonuna varıncaya kadar konuşmamalıdır. “Konuşma yolun sonunda olur. Yolun başı tamamıyla dilsizlik, sonu ise tamamıyla konuşmadır.” (a.g.e., 410)
 
Başlangıçta sükût gerek­lidir. Çünkü başlangıçta konuşmak hem kişiyi hedefe ulaşmaktan saptırır -ya da en azından yavaşlatır- hem de yeterli bilgiye sâhip olmamaktan dolayı bilgi verilen kişiler eksik bilgilendirilmiş, hatta dinî tabirle saptırılmış olabilir.
 
Sâlik her hareketini kitap ve sünnet ile ölçmeli, bundan da öte kitap ve sünnete sarılmalı, asılda ve fürûda dinin emir ve nehiyleriyle hareket etmede son derece titiz davranmalıdır. Kitap ve sünnet onun iki kanadı olmalıdır. Sonra sadâkat ve gayret gelir. Bunlarsız hidayet düşünülemez. (el-Gunye,II/163)
 
Mübtedî her hâl u kârda sâlih ameller işlemeli ve zayıf olan imanını kuvvetlendirmeye çaba göstermelidir. Seyrin merhalelerinde bu ikisinin yâni imanı kuvvetlendirme ve sâlih amel işlemenin önemi büyüktür. Çünkü iman sağlamlaştıkça, sırasıyla önce Marifet evine, sonra ilim vadisine, sonra halktan ve nefisten fenâ vadisine, sonra da hüznün kaybolduğu yer olan O’nunla var olma mertebesine ulaşılır. (el-Fethu’r-Rabbanî, 272)
 
Sâlih amel sâyesinde nefis kalbe tekallüb eder. Yâni kalp ile ünsiyet kurarak, onun emri altına girer ve kalbin idrak edebileceği şeyleri idrak eder. Bu hâlin bir sonraki safhasında da kalp sırra, sır da fenâya tekallüb eder. O merhalede ise vücut ve bekâ vardır. (Fütuhu’l-Gayb, 162)
 
Mübtedî dünyevî nimetlerden, dünyevî zevklerden bazı şeyleri terk eder. Ama onun bu terki maksatsız, boş bir terk değildir. Aksine bir maksada yöneliktir: Mübtedî âhirette karşılık alabileceği ameller ile meşgul olmayı birtakım dünyevî zevklere dalmaya tercih eder. Bu açıdan seyr u sülûku bir cümlede ifade etmek gerekirse “sûfîlerin işi dünyada terk etmek ve âhirette almaktır” (el-Fethu’r-Rabbanî, 131) sözü yerinde bir tespit olacaktır.
 
Kaynak: Abdulkadir Geylanî Hayatı, Eserleri, Görüşleri, Prof. Dr. Dilaver Gürer

Top