Muridan
Kendi Dilinden Müslüman Oluşu

Kendi Dilinden Müslüman Oluşu

Câhiliye döneminin az sayıdaki muvahhidlerinden olan Ebû Zerr'i-Ğıfârî (r.a), İslâmlığını şöyle anlatmıştır:

“Ben kavmimin tapageldikleri putlardan yüz çevirmiştim!” dediği zaman, Abdullah b. Abbas:

“Senin taptığın ne idi?” diye sormuştu.

Ebu Zerr (r.a):

“Hiçbir şey değildi!” demiştir.

Mekke halkından bir adam, bir gün Ebu Zerr’e:

“Mekke’de bir zât, senin dediğin gibi ‘Lâ ilahe illallah /Allah’tan başka ilah yoktur’ diyor ve kendisinin peygamber olduğunu söylüyor” diye haber vermişti. Ebu Zerri’l-Gıfârî:

“O, kimlerdendir?” diye sorunca, Mekkeli adam:

“Kureyş’tendir!” demişti.

Ebu Zerr (r.a) der ki:

“Ben Gıfâr kabilesinden bir adamdım.

‘Mekke’de bir zât zuhur etmiş, kendisinin peygamber olduğunu söylüyormuş’ diye, bize bir haber erişince. Yüce Allah daha o zaman kalbime İslâmiyet sevgisini düşürdü. Kardeşim Üneys’e:

‘Hayvanına bin! Şu vadiye doğru git!

Kendisine gökten haber geldiğini söyleyen o zât ile konuş!

Kendisinin söyledikleri şeyleri dinle!

Kendisi hakkında benim için bilgi edin! Haberi bana getir!’ dedim.

Kardeşim Üneys, Mekke’ye kadar gitti.

Onunla buluştu.

Kendisinin söylediklerini dinledikten sonra, dönüp yanıma geldi. Ona:

‘Ne yaptın? Ne haber var sende?’ diye sordum.

‘Mekke’de, senin dininde bir zâta rastladım ki, kendisini Allah’ın gönderdiğini söylüyor’ dedi.

‘Halk, onun hakkında ne söylüyor?’ diye sordum.

‘Şair, kâhin, sihirbaz diyorlar!’ dedi.

Üneys, şair kişilerdendi. O:

‘Ben, doğrusu, kâhinlerin sözünü dinledim. Onun söylediği, kâhinlerin sözü değil!

Onun sözünü şiirin her çeşidine de tatbik ettim. Vallahi, benden sonra ona şiir demeye kimsenin dili varamaz!

Vallahi, o muhakkak sadıktır.

Onlar ise, muhakkak yalancıdırlar!

Vallahi, ben öyle bir zât gördüm ki; hayrı, iyiliği, ahlâkî faziletleri emrediyor, serden, kötülük­ten de sakındırıyor.

Onu ahlâkî faziletleri emrederken ve öyle bir söz söylerken gördüm ki, o söz sihir değildir’ dedi.

Vallahi, ben kardeşim Üneys’ten daha üstün bir şair duymadım!

Kardeşime:

‘Sen bana bu hususta arzu ettiğim, gönlüme şifa verir, müşkillerimi giderir bir haber getirmedin!

Kendim gidip onu görürüm’ dedim. Üneys:

‘Olur! Fakat, sen Mekke halkından sakıma ol!

Çünkü, onlar ona karşı son derecede kin besliyorlar. Hep surat asıp duruyorlar’ dedi.

Hemen, azık dağarcığımı, su tulumumu yüklendim. Elime bir asâ alıp yola düştüm, Mekke’ye ulaştım.

Rasûlullah’ı şahsen tanımıyor, başkasından sormayı da uygun bulmuyor, Mescid-i Haram’da bulunuyor ve Zemzem suyundan içip duruyordum.

O sırada, yanıma Ali b. Ebi Talib uğradı ve:

‘Şu adam herhalde garîbdir, sanırım’ dedi. Ona:

‘Evet! Garibim’ dedim. Bana:

‘Öyle ise, kalk, benimle birlikte bizim eve gel!’ dedi.

Onunla birlikte gittim.

Ne o bana bir şey sordu, ne de ben ona bir şey haber verdim.

Sabaha çıkınca, Rasûlullah’ı sormak için, kuşluk vakti Mescid-i Haram’a gittim.

Fakat, hiç kimse onun hakkında bana bir haber vermedi.

Yine, Ali bana uğradı da:

‘Bu adam için, daha yerini öğrenmek zamanı gelmedi mi?!’ dedi. Ben:

‘Hayır!’ dedim. Ali:

‘Öyle ise, gel, benimle birlikte bizim eve gel!’ dedi.

Evlerine varınca, bana:

‘Senin işin nedir? Sen bu şehre ne için geldin?1 diye sordu.

Ona:

‘Gizli tutacağına ve işim hakkında bana kılavuzluk edeceğine söz verirsen, sana haber verir­im’ dedim.

‘Öyle yaparım’ deyince:

‘Bize erişen habere göre; burada bir zât çıkmış, kendisinin peygamber olduğunu söylüyormuş! Onunla konuşması, ondan işittiklerini ezberleyip bana haberini getirmesi için kardeşimi gönder­miştim. Kardeşim bana gönlüme şifa verecek bir haber getirmedi. Kardeşimin getirdiği haber gönlüme şifa vermediği için onunla kendim buluşup konuşmak üzere geldim’ dedim.

Bunun üzerine, Ali bana:

‘Sen, geldiğine isabet ettin, akıllılık ettin!

Bu zât Allah’ın rasûlüdür, hak peygamberdir!

Sabahladığın vakit, sen beni takip et!

Ben senin için korkulacak bir şey görürsem, ya ayakkabımı düzeltiyormuşum gibi duvara doğru yönelir dururum; ya da, döküyormuşum gibi yaparım.

Sen, durup beni bekleme, git!

Ben geçip gidersem, sen arkamdan gel ve benim girdiğim yere sen de gir!’ dedi.

O, gitti, ben de gittim.

Nihayet o, Hz. Peygamber’in (a.s) huzuruna girdi.

Ben de kendisiyle birlikte girdim.

‘Esselâmü aleyke yâ Rasûlallah!’ diyerek onu ilk kez İslâm selâmı ile ben selamladım. Bana:

‘Sen, kimsin?’ diye sordu.

‘Gıfâr oğullarından bir adamım’ dedim. Kendisine:

‘Yâ Muhammedi Sen insanları nelere davet ediyorsun?’ diye sordum.

Rasûlullah:

‘Bir olan ve hiçbir şerîki olmayan Allah’a imana ve putları gidermeye ve benim de Rasûlullah olduğu­ma şehadet etmeye davet ediyorum’ buyurdu.

‘Bana İslâmiyet’i (nasıl Müslüman olunacağını) bildir!’ dedim.

Bildirince, hemen oracıkta Müslüman oldum.

‘Eşhedü en lâ ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhû ve rasûlüh /Şehadet ederim ki, Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur ve yine şehadet ederim ki, Muhammed, Allah’ın kulu ve resûlüdür' diyerek şehadet getirdim.

Rasûlullah’ın (a.s) yüzünde sevinç belirdiğini gördüm.

Rasûlullah (a.s):

‘Ey Ebu Zer! Sen şimdi bu işi Mekkelilerden gizli tut, memleketine dön, git!’ buyurdu.

‘Yâ Rasûlallah! Ben dinimi açıklamak istiyorum’ dedim.

Rasûlullah (a.s):

‘Ben senin hakkında Mekkelilerden endişe ediyorum! Öldürülürsün, diye korkuyorum’ buyurdu.

‘Yâ Rasûlallah! Ben öldürüleceğimi bilsem de, bunu muhakkak yapacağım’ dedim. Rasûlullah (a.s), sustu.

‘Seni hak dinle peygamber gönderen, varlığım kudret elinde bulunan Allah’a yemin ederim ki, Mescid-i Haram’da, onların arasında bunu, İslâmiyet’i bağıracağım! İslâmiyet’i haykırarak açıklamadıkça yurduma dönüp gitmeyeceğim’ diyerek, Kureyşlilerin Mescid-i Haram’da halkalandıkları, konuştukları sırada Mescid-i Haram’a varıp yüksek sesle:

‘Ey Kureyş cemaatı! Eşhedü en lâ ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhû ve rasûlüh / Şehadet ederim ki, Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur ve yine şehadet ederim ki, Muhammed Allah’ın kulu ve rasûlüdür!’ diyerek bağırdım.

Müşrikler:

‘Adam sapıttı! Adam sapıttı! Kalkınız yürüyünüz şu Sâbiî’nin üzerine!’ diyerek silkinip kalkıverdiler, beni öldüresiye dövdüler, yere serdiler.

O sırada, Abbas b. Abdulmuttalib yetişip üzerime kapandı ve onlara:

‘Yazıklara olsun size! Siz Gıfâr kabilesinden bir adamı öldürüyorsunuz da, onun Gıfâr kabilesin­den olduğunu ve tüccarlarınızın Şam’a giden yolunun bunların yurdundan geçtiğini bilmiyorsunuz!? Ey Kureyş cemaati! Sizler tüccarsınız! Ticaret yolunuz da Gıfâr yurdunun üzerindedir! Yoksa, siz ticaret yolunuzun kesilmesini mi istiyorsunuz?’ diyerek çıkışınca, üzerimden çekildiler, başımdan dağıldılar.

Ertesi günü, sabahleyin, yine, Mescid-i Haram’a vardım.

Dünkü söylediğimin aynını tekrar söyledim.

Onlarda:

‘Kalkınız, yürüyünüz şu Sabiî’nin üzerine!’ diyerek kalkıverdiler.

Dünkü gibi, yine, öldüresiye dövdüler ve yere serdiler.

O sırada, yine Abbas yetişip, onlara dün söyledikleri gibi söyleyince, bıraktılar. Beni öldürdük­lerini sandılar.

Kalkıp Rasûlullah’ın (a.s) yanına vardım.

Rasûlullah (a.s), halimi görünce:

‘Ben seni men etmemiş miydim?’ buyurdu.

‘Yâ Rasûlallah! Bu, kalbimde bir istekti. Ben de onu yerine getirdim’ dedim.

Bir müddet, Rasûlullah’ın (a.s) yanında bulundum.

‘Ey Allah’ın Peygamberi! Sen ne yapmamı bana emredersin? Yâ Rasûlallah! İstediğini bana emret!’ dedim.

Rasûlullah (a.s.):

‘Emrim sana gelince, onu kavmine haber ver, tebliğ et!

Ortaya çıkışımızın haberi sana eriştiği zaman, yanıma gel!’ buyurdular.”

Bunun üzerine, Ebu Zerri’l-Gıfârî:

“Yâ Rasûlallah! Şimdi ben ev halkımın yanına döneceğim!

Senin savaşla memur olacağın zamana kadar bekleyecek, o zaman, gelip yanına katılacağım!” dedi. Peygamberimiz (a.s), ona:

“İyi edersin, hemen dön, git!” buyurdu.

 

Allah ondan razı olsun!

Top